İTFTT Çocukları

 

Fiesta oyununun çalışmalarından

İTFTT ÇOCUKLARI

İTFTT yani İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu sanırım sadece benim için değil, benden sonra yaklaşık 20 yılı aşkın süredir bu topluluğa bir şekilde dahil olup, mezun olan yüzlerce kişinin hayatını değiştiren, ona bambaşka bir yön veren bir ortam olmuştur. Bu topluluğa adımımı attığım 1985 yılından itibaren bir türlü kopamadım. Taki 1991 yılında fakülteden mezun olana kadar. Kuşkusuz bu süre içindeki ve tabi ki topluluktan ayrıldıktan sonra bir ‘İTFTT Çocuğu’ olarak yaşadığım, yaşadığımız serüvenleri paylaşmak üzere blogda bu sayfayı açtım. Diğer İTFTT Çocukları ile oldukça şenlikli bir içerikle dolacağını düşündüğüm bu sayfanın bizlere hem bir nostaljik gezinti, hem de geçmişle bugünümüzü de bir tür karşılaştırma, sorgulama, üzerinde düşünme olanağı yaratacağını düşünüyorum.

Gündelik koşuşturmanın içinde bu sayfaya yapacağımız küçük ziyaretlerin, küçük katkıların bizlere iyi geleceğini düşünüyorum. Yıllar sonra yeniden eski dolapları, eski defterleri, eski fotoğrafları karıştırmak, hafızamızda silinmeye yer tutmuş ama aslında belki de en belirleyici şeylerden birisi olan bazı çizgileri yeniden anımsama oçizgilerden belki de ortak bir resmi yeniden ortaya çıkarma şansı da verebilir bu sayfa bize. neyse bakalım yaşayıp göreceğiz. Ben bir sistematik düşünmedim bu sayfa için. Biraz kendiliğinden gelişsin istiyorum.
ilk yazı olarak da Çağrı ile yaptığımız Taksim Nişantaşı yürüyüşleriyle ilgili bir yazı ile başlıyorum.  2002 yılında yazmışım bu yazıyı. Bakın 2011 de blogun burasına yakıştı.

NİŞANTAŞI TAKSİM

 

Üniversite’ de öğrenciyken Çağrı’ yla beraber Nişantaşı’ndaki bir işyerinde çevirmen olarak çalışırdık.

Her öğleden sonra Çapa’ dan taksim otobüslerine biner Taksim’ e giderdik. Eğer özel bir nedenle işe geç kalmamışsak Taksimden Nişantaşı’na kadar yürüyerek geçerdik. O zamanlar Taksim Parkı şimdikinden çok daha fazla bir parka benzerdi. Yıllar içinde kırpa kırpa kuşa çevirdiler. Parkın içinden Elmadağ’a oradan Hilton’ un içinden geçip Şehir Tiyatroları’nın önüne gelirdik. Oradan da Nişantaşı Parkı’na dalardık. Bu yürüyüşlerin benim hayatımda ayrı bir yeri olmuştur.

Çağrı ile Nişantaşı'ndaki Binbay A.Ş de

Yol boyunca ya bir öyküden konuşurduk,(Ya da birbirimize akrabalarımızın öykülerini anlatırdık-öyle ki yıllar içinde her ikimiz de birbirimizin hiç görmediği amcalarını dayılarını,eniştelerini öykülerinden bilir olmuştuk.)ya yeni çıkan bir kitaptan (o dönemler hepimiz birer kitap kurduyduk),ya da Adam Sanat’ ta son yayınlanan şiirlerden (hepimiz ezbere onlarca şiir bilirdik).

Bu yürüyüşler benim için aynı zaman da bir okul gibiydiler de. Çağrı her zaman bir şeyler öğretmeye daha yatkın biriydi.

 

 
 
 

Murat Arabacıoğlu'nun evinde şakalaşırken (Tanrım ne kadar gençmişiz)

Bense dinlemeyi seviyordum.

Çağrı daha o dönemler öyküler yazıyordu.

Ben öykü yazmaya ondan heveslendim.

Hiç unutmam bir öyküsüyle Yunus Nadi öykü yarışmasına katılmıştı. Ben onun kazanacağından emindim.

Kazanamayınca kazanan öyküye hepimiz kıl olmuştuk.

Bu günlerin ruhu bir başkaydı.

Evler de toplaşılır şiir ayinleri yapılırdı.

Tüm klasik şairler,yeni çıkan parlak şairler hepimiz tarafından çok iyi bilinirdi. Ezginin Günlüğü ruhumuzun İstiklal Marşı gibiydi.

Yeni bir öykü,bir şiir yazmış olan görücüye çıkan bir gelin heyecanıyla eserini diğerlerine sunardı.



O büyü benim taa omuriliğime sinmiştir.

Sonra öğrencilik bitti, hayat başladı.

Bir an kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim.

Biz bu abesle iştigal ederken,atı alan Üsküdar’ı geçmiş gibi geldi bana.

Bu gün bu anlattıklarımın üstünden neredeyse 10 yılı aşkın bir süre geçmiş bulunuyor.

Tabib Odası seçimleri vasıtasıyla bir çok eski dostla yeniden karşılaşma olanağı buldum.

Bunlardan birisi İlhan’dı.

Bizim dönemdekiler onu’ Gitarcı İlhan’ diye bilir.

‘Bir şeyler yapmıyor musunuz?’diye sordu.’ Galiba bir şeyler yapmanın yaş dönümü geliyor’ dedim ben de.

Evet,o zaman ki sosyal kollar ve öğrenci derneği üyeleri bu 10 yıl içinde hayatta bir yerlere gelmeyi başarmışlardı.

Ama hayatta bir yerlere gelmenin yetmediği,ruhun derinliklerinde hissedilen bir şey daha  vardı.

İşte bence o şey az önce tanımlamaya çalıştığım o garip büyülü anların tadıydı. Hayatta bir yerlere gelebilmek tek başına o büyüyü sağlayamıyordu.

‘O bir şeyleri’ de yapmak gerekiyordu.

Benim için bunun zamanı geldi galiba. Sizleri bilmem. O ruhumun Taksim Nişantaşı hattında omuriliğime sinen her olaya bir öykü yazma,her gördüğüme ezbere şiirler okuma,her şeyin felsefesini yapma heyecanını yeniden yaşamak istiyorum. Üretmek istiyorum.

Evet,Taksim Nişantaşı hattı yeniden çalışmalı.

Neden olmasın?

Oluyor da.

Grup içinde oldukça heveslisi var gibi bu işin.

 

 

                                                   Rıdvan Şahin

                                                   29 Nisan 2002- İçerenköy 

ÇOCUKLUKLARIMIZA ŞAHİTLİK ETMEK, BELKİ DE İLK TEMEL BÖYLEYDİ…

Sivrisinek ve Cocoliche (Fiesta oyunundan)

  

Kimbilir belki de Tiyatro Kulubünden gelen ilişkilerin bu kadar derinlikli olmasında basit bir neden vardır. Aslında hepimiz biraz birbirimizin çocukluğuna, çocukluk heyecanlarına, dalgalanmalarına, gelgitlerine şahit olduk. Bütün bu süreci öyle ya da böyle kendi saflığı ile hepimiz yaşadık, paylaştık bir şekilde. Taşradan İstanbul’a, üniversiteye adımını atmış o herşeye karşı merak ve heyecan dolu günler kuşkusuz bu süreci çok hızlandırdı. Üniversitenin o ilk yıllarının tadını çok iyi anımsıyorum. Neredeyse herşey yeni bir dünya gibi geliyordu bana. İstanbul, Tıp Fakültesi, yeni insanlar… Ama tabi Tiyatro Kolu sadece bununla kalan birşey değildi. Orada toplu bir iş yapmanın, ‘bir oyun çıkarmanın’ ayrı bir özelliği vardı. Zaten bu da işin niteliğini çok değiştiriyordu. Aslında bu bir İTFTT Çocukluğu dostluğundan sıradan üniversite arkadaşlığını hemen birbirinden ayırıveriyordu. Tiyatro çalışmasının özünde duran toplu çalışma, beraber dramaturji yapma, hele ki diğer insanların önünde sahneye çıkıp da kendini ortaya koyma aslında bir yandan

değişik bir keyfi yaşatırken, diğer yandan da pek alışık olunmayan bir tür çıplaklığı, zayıflığı diğer insanlarla da paylaşmak gibi bir durumu getiriyordu.

Çoşkulu bir toplantı sonrası

Kişiliği yeni oluşmakta olan bir üniversiteli için bunlar hiç de öyle kolay süreçler değildir aslında. Tiyatro Kolunun çalışma sürecinde o keyifle içiçe geçmiş zorlanmayı, bazen oradan oraya savrulmayı da yaşamıştır çoğu kişi. Sanırım bunu en çok yaşayanlardan birisi de bendim.

Bir başka ev toplantısı

 Ama işte belki de bu ‘ikiyanlı’ yani hem yeniyi tadan, hem de kendisini çıplakça diğer insanların önüne atan şey buradaki çocukluk ilişkilerini başka birşeye doğru evriltti. Aynı aile bağları gibi otantik bir iz bıraktı özelllikle aynı kuşakta o kolda çalışmış olanlarda. Sonra mezun olundu gidildi. Ve hatta bizim gibi ilk kuşaklar gibi orta yaşlara doğru gelindi. O küçük odanın, oradaki ilişkilerin önemi basit anılar gibi kaldı. Ortayaşın kendine özgü, içimize çekilme, artık biricikliğimizi kendikendimizle paylaşma alışkanlığına hepimiz bir kadermiş gibi  gömüldük. Aslında ortayaş bu yönüyle çok vahşidir. Belki de insanın en sadomazohist dönemlerinden birisidir. İnsan hem durmadan kendi içine kaçmak ister, hem de bunun getirdiği yalnızlık hissiyle kıvranır durur. Bu yaşta icat olunan ‘eski dostlar buluşmaları’, ‘facebook grupları’, ‘yıldönümü toplantıları’ bir türlü aşamaz bu otantik yalnızlık hücresini.

Sanırım hayatın değeri en güzel yaşamla restleşince parıldıyor. Kendimde kanser hastalığı ortaya çıktıktan sonra, sadece ben de değil, özellikle eski dostlarımda da bambaşka kimyasal değişiklikler olduğunu farkediyorum. Kanserli günlerin de böyle garip özellikleri var. Belki de hepimizi biraz bu ortayaş kapanmışlığından biraz birbirimize doğru itiyor bendeki ‘sayılı günler’ hali. Gündelik meşgalelerle biraz halı altına süpürdüğümüz ‘hayatın gerçek değeri’, yarattığımız ilişkilerin o ‘anlatılmaz kıymeti’ kendi tadını yeniden hissettiriyor bizlere. 

  

 
 

 

İTFTT Çocukları için 10 cevap

  1. Çağrı Kalaça der ki:

    yapmıycektin! eski defterleri açmiycektin! sen kaşındın… hazırlanıp gelicem!

    bu arada tesadüf bu ya iki fotoğrafta da siyah boğazlı kazak giymişim. birini annem o zaman için yılda bir alınabilen türden bir hediye olarak çütgeyikkaraca markasından (bilen bilir) almıştı. dalamayan, pamuk gibi bir yün kazak, dokusunun tenimdeki hissi zihnimde beni sarar hala. (basit bir metafor, yannış anlaşılmasın.) diğerini ise o kazağı kaybedince kendi harçlığımla pazardan almıştım, yarısı naylon yarısı dalayan yün! onu da hala çok iyi hatırlarım, hatta kokusunu bilirim, çok terletirdi çünkü. anadolu desenli siyah boğazlı kazağın bana benden öte bir hava verdiğine kani imişim demek. bu saçlarımı da o tıp fakültesindeki ilk senenin sonuna kadar uzattıktan ve bir kaç hocanın bana lab’da kızım diye hitab etmesinden sonra denk gele, Ankarada tanımadığım bir pasajda, yaşlı bir berbere kestirmiştim. o kadar uzu sürdü, saçları bir hizaya getirmek o kadar yorduydu ki adamı, adam oolum sen bi daa bana gelme dediydi. o zamanlar traşlar ‘kuru’ yapılırdı. (basit bir metafor! kıllık yapılmasın.)

    senin bir var bir yok bıyıklara gelince. ben seni hep bıyıklı bildim. kestiğinde bile bıyıklı gördüm, bıyıklı saydım. bir bıyığın bir ruhla bu kadar sarmaş dolaş olması, dillenmesi, ses bulması… benim başkaca bildiğim bir örneği yok! bu nasıl bir şeydi?

    kokoliçe bence ‘bıyıklı’ demektir. wang ise japoncada ‘bıyık arayışı’. ben kokoliçeciyim. kokoliçeyi o kadar sevdim ki hayatta. wang da arayış içindeydi, yol bakıyordu, kös usta peşindeydi. lakin kokoliçe kara sevdasının kapısında, o kadar duyarlı, az berduş, hep şiir bir karakterdi. bana sorsan sevdasının iki parmağının arasında, ucunda olduğunu o kadar iyi bilmez derim. (kalemdir, tuştakımıdır…) herşeye sevdalıydı. aya sevdalıdır. buluta. gölgeye. içindeki gölgeye. türküye. rüyasına. hepsi de ona. bıyıksız olmaz bunlar. benim biraz içim geçmiş, dalmışım onca zamandır. kokoliçe? o dalmaz, dalmadı, uyanık kaldı, salındı, güne dolandı. sevdasını, özlemini avucundaki ateş gibi sakındı.

    geceleri baykuş gibi iki teke bir sayfa ölçüsüyle ya çiçek açtı ya yandı kavruldu. bu iş böyledir anlayana. her zaman anlaşılmasa bile… kokoliçe isyan etmez umut eder, bildiğini işler.

    kokoliçe büyük adamdır, şimdi gene bir numara buldu, hepimizi yeniden değiştiriyor, gençleştiriyor. ama bıyıklarını kesmiycekti. ben de o kazağı hiç çıkarmıycaktım.

  2. Serap Çifçili der ki:

    Bu İTFTT’deki çoğu kişi ya yazıya ya çiziye bazen her ikisine sevdalıdır, çoğunluk şiir öykü yazmış, resim boyamış ne biliyim sanatla üretken bir münasabet yaşamıştır. Beni tanıyanlar bilirler ben iki kelimeyi bir araya koyamam, koysam da kuru, takır tukur bir his bırakır. Diyet bisküviler gibi. İnternet ile ilişkim de bu yüzden olsa gerek, başkalarının yazdığını izlemekten ibaret. Fakat bu hal beni çok utandırıyor. Röntgenci sapıklar gibi hissediyorum kendimi. Bu nedenle iki kelam edeceğim.
    Çağrı’ya kızım demişler de bu yüzden saçlarını kestirmiş ya, hem Çağrı hem Rıdvan sahiden kız yüzlüymüş o zamanlar, öyle masum, öyle genç. Rıdvanın bıyıkları bile yetmiyor masumiyeti bozmaya. Yalnız üstteki fotoya bakın, kızlar da oğlan gibi, herkeste bir kot, bir tişört, ayakta spor pabuçlar, yüzler makyajsız..
    Şimdi oğlanlar koca adamlar, kızlar koca kadınlar oldu. Rıdvan bıyığını, Çağrı saçını kesti, kadınlar maniküre başladı. Masumiyet de saçla, bıyıkla, tırnak etleriyle kesilip gitti mi? Bilmiyorum bana hala biraz masummuşum, hepimiz biraz masummuşuz, hepimiz biraz oğlan biraz kızmışız gibi geliyor…
    Öykü, şiir, blog vb. yazamayan kadın

    • Meltem der ki:

      Rıdvan,
      En üstteki resimde ben birinci sınıftayım. Resim Cumhuriyet Pazar’da yayınlanınca başım derde girdiydi babamla. Vay efendim çocuğun birinin eli omuzunda, durum fotoğraflanmış, fotoğraf da gazetede çıkmış!!! O çocuk Rıdvan ayrıca da el mel yok olayda diye anlatana kadar akla karayı seçtiydim. Artık ne kadar ikna olduysa o zaman! Babamın kardeşlik konseptini ne zaman kabul ettiğini ise hatırlamıyorum, çok oldu… Kardeşlik derken, atsan atılmaz, satsan satılmaz bir durum!

      • admin der ki:

        Meltem,
        Daha dur koyun postlu resimlerimiz de var:)))

        • Meltem der ki:

          Ya onları görmedi allahtan! Ama tv de yayınlandığında ödüm patlamıştı. Nadi de hatirlatıp kafa buluyor sık sık!

  3. Mesut yağcı der ki:

    Duruyor , duruyorum..Ne kadar gücüm var diye düşünüyorum. Bana gelen verdikleriniz,bıraktıklarınız, düşleriniz… Üstesinden gelebildim mi, altında mı kaldım, ya da kaldık?..
    Sizlerin anılarını anılarım gibi okuyorum bazen. Bazen içinde bile olmadığım bir fiestanın ortasında rol alıyorum, bazen yatağımızdaki cevherle Romanya’ya gidiyorum. Bazen Amede’yle dedikodu yapıyorum, bazen Çağrıyla elmaların tarihini yazıyorum tekrar tekrar..Emrahla aramda on, Emrahın Çağrıyla arasında on yıllar var ve sanki aramızda tek uçurum, bildiklerimin kilo açısından değeri; gerisinde sanki hep berabermişiz gibi..Öyle ki Emrah’a hiç rol vermemişiz, ne “ fiestada “ ne de” yaşlı hanımın ziyaretinde”..

    Açtığın blogta sana geliyorum sonraları Rıdvan..
    Daha ikinci senemdeyim tiyatrosunda tıpımın:) . Ziyaretine geliyoruz babamızın, çapanın cerrahisinde yatmaktayken. Elimizde bir çiçek seni görüyorum. Bu kadar yakın nasıl olabiliyorum, oluyorsun,olabiliyoruz birbirimize. Gün geçiyor yazılı emanet geliyor kolumuza,koluna.. Bir mektup..İinan bana şimdi bile hissediyorum kelimelerinin beni durduruşunu. Üzerime sineceğini anlıyorum buranın.. Canıma okuyacağını. Sarılıyorum..Sen gibi diğerleri gibi. Çatışıyorum. ..
    Ben onun, o benim üzerimden geçiyor.. Bazen anne şu uçağa bak diyen çocuk gibi dalıyorum seyrine, bazen kendi ellerimle kağıttan gemiler yapıp bırakıyorum durgun sularına..

    Açtığın blogta sana yazıyorum sonraları Rıdvan;

    Duruyor , duruyorum..ne kadar gücüm var diye düşünüyorum. Bana gelen verdikleriniz,bıraktıklarınız, düşleriniz… üstesinden gelebildim mi, altında mı kaldım, ya da kaldık?..

    Sevgiler.

  4. Nadi Bakırcı der ki:

    Beraber büyüdük, kolay iş değil.
    Neresinden bakarsan bak, bütün farklıları hesapla, çarp, böl… geriye kalan safi kardeşlik. Dünyanın en kuvvetli duygusu…

  5. Devrim der ki:

    Tiyatro kolundaki geçirdiğimiz yıllar, tüm İTFTT çocuklarının, yaşam biçimiminin , karakterinin , hayata bakışının temel taşlarını oluşturuyor. Dolayısıyla öyle farklı bir ortak paydamız var ki dönemsel ve kişisel farklılıklara rağmen, 1991 mezunu da olsanız, 1999 mezunu da, 6 yıl birlikte çalışıp beraber büyüseniz de, hiçbir oyunda beraber olmasanız da, hala sık sık görüşseniz de, çok nadiren arada rastlaşsanız da hayatımda en çok güvenebileceğim, malımı ,canımı, çocuğumu emanet edebileceğim, başım sıkışınca aradığımda yanımda olacaklarından emin olduğum bir grup insan, garip ama güzel…

  6. Ersan TAŞCI der ki:

    Bir CTF’li (Tiyatro Kulüpçü) olarak Çapa’nın Tiyatro Topluluğu etkinliklerine hep özenmişimdir. Değerli Rıdvan’ın kaybı ile bulduğum bu blogta o haset dolu günlere geri döndüm. Tüm dostlarına başsağlığı diliyorum. Doğadan çiçek tohumları olarak bize geri döneceğini umuyorum.

  7. necmettin Toprak der ki:

    aynı sınıfta olmamıza rğmen seninle tanıiştığımı zannetmiyorum daha doğrusu çıkaramadım ama seni çapa 90 mezunlarının. formundan gelen e postayla tanıdım ve yüreğim sızladı. daha dün mezun olmuş ve yapacak çok şeyimiz vardı. gecenin 2 sinde neredeyse tüm yazılarını okudum seni geçte olsa tanıdım. Allah sana gani gani rahmet eylesin . Amin

Yorumlar kapalı.