Bizim Aile

 
 

 

Dedem Halil Şahin (Babamın babası) ile

 

ORADA KÖYLER VAR UZAKTA

Kendi ailemin hikayesine iki köye uğramadan başlamak imkansız gibi duruyor. Bu köylerden birisi Torosların eteklerinde kurulmuş Mersin’in Gülnar ilçesinin Konur köyüdür. Bu babamın doğup büyüdüğü köy. Bir diğeri ise Balıkesir’in Savaştepe ilçesine bağlı Mecidiye köyüdür. Bu da annemin doğup büyüdüğü köydür. Kaderin garip bir cilvesidir ki birisi yurdun batı bölgesinde, diğeri güney ucunda olan bu köylerden çıkmış annem ve babam yurdun doğusunun en ucundaki Van’da karşılaşıp evlenmişler ve ben de Van’da dünyaya gelmişim. Adımın Rıdvan olmasının nedeni Van’da doğmuş olmamdır. Babamın babası olan dedem çift evlilik yapmış. Babamlar 4’ü bir anadan ,5’i bir anadan olmak üzere 9 kardeşler. Annem ise 6 kardeşli bir aileden. Mersin’in Gülnar ilçesi sanırım Mersin’in en az gelişmiş ilçelerinden birisi. Hala da öyledir. Bu nedenle  kendini kurtarmak isteyenlerin tek çıkış yolu okumak olmuş. En büyük amcam olan Mustafa Şahin’in köy enstitüsüne gitmesi aile için ilk yolu açmış. Daha sonradan diğer kardeşlerin çoğu da okuyup köyden çıkmayı başarmış. Tabi o dönemlerde köy çocukları için genelde 2 alternatif oluyormuş, ya yatılı öğretmen okulları, ya da yatılı  sağlık meslek liseleri. Babamın ailesindeki 9 kardeşten 3 öğretmen, 2 hemşire bir de sağlık memuru  çıkmış. Annemin doğduğu Savaştepe bölgesi de aslında Balıkesir’in mahrumiyet bölgesi sayılabilecek bir bölgesi. Orada da kendini kurtarabilmenin tek yolu okumak. Ama ailenin  büyük 2 çocuğu kız olunca çok sıkıntılar olmuş.

                                                                                   Annem hemşirelik okulunda

Dedem  annem ve teyzemi Manisa’daki hemşirelik okuluna yatılı olarak göndermeye kalkışınca köylünün büyük tepkisini almış. Ama Cumhuriyet ruhuna çok bağlı birisi olan dedem köydeki bu tepkileri göğüsleyip yine de kızlarını bu okula göndermiş. 2-3 yıl köylü dedemle konuşmasa da sonradan yavaş yavaş kendileri de kızlarını bu okullara göndermeye başlamışlar.  Annemin ailesindeki 6 kardeşten 2 hemşire, 2 öğretmen çıkmış. Annemin köyünde hemşire veya öğretmen olamadıysanız kader sizi mutlaka Soma madenlerine çeker. Okuyamayan bir dayım madenci oldu. Onun çocukları da madenciliğe devam ediyorlar. Okuyamayan teyzem de bir madenciyle evlenip Soma’ya taşındı.  

Çocukluğumda yaz tatillerinde beni annemin köyüne gönderirlerdi. Bu sayede köy yaşantısıyla ilgili pek çok şeyi de yaşama şansım oldu. Öküzün çektiği dövende harman yapılmasından tutun, tütün toplanıp dizilmesi, öküz arabasında getirilen mısırların ayıklanması, ciritli veya yağlı güreşli köy düğünleri dahil çocukken pek görmemem gereken ineğin boğaya çekilmesi olayını bile gördüm. O dönem çok şenlikli olan Mecidiye köyü yıllar içinde Soma madenlerine yenik düştü. Şimdilerde sadece yaşlılar kaldı köyde.

Babamın köyü ise Mersin’deki yaylacılık geleneği nedeniyle ‘sönen’ köylerden değil. Özellikle yazları köyün armutalanı denen yaylasına Mersin’den giden çok oluyor. Ortaokul yıllarında 1 hafta kadar dedemin daha sonradan yaşadığı Kürtlü mezrasında yaşadıklarımı unutamam. Burası neredeyse 2-3 evden oluşan bir mezra. Ama bu 2-3 evin yüzlerce keçisi vardı. Aslında bir tür göçer yaşantısı vardı burada. Bizimkiler yörük olmadıklarını ısrarla söyleseler de (nedense yörük olmak pek kabul edilmek istenmez) aslında bu göçer kültürünün tam da içindelerdi. Dedemin evinde elektrik yoktu. Dünya ile ilşkimizi bir tek pilli küçük bir radyo sağlıyordu. Banyo için aşağıdaki vadiye inip kaynak suyundan kazana alınmış ve ısıtılmış su ile yıkanmak zorundaydınız. Hayatımda akrep sokmasının acısını ilk kez orada yaşamıştım. Ama harika günlerdi. Gökyüzü gece silme yıldız oluyordu. Dedem bu yıldızlardan sahur vaktini bilebiliyordu. Sabah uyanınca evin önündeki bağa dalıp üzümle kahvaltı yapıyordunuz. Bizimkiler üzüme ‘cubur’ derler ve zeki olmanın cuburcu olmaktan geçtiğine inanırlar.

Kökenleri köye dayalı olmak farklı birşeydir. Yıllar sonra tam bir kentli, hatta benim gibi biraz ‘beyaztürk’ bir kentli bile olsanız, köye çok az bulaşmış da olsanız, o kültür bir şekilde sizden bir yerlerden sızar; kendini belli eder. Nedense bu da benim çok hoşuma gider. Kimileri gibi köylü kökenimi gizlemek yerine ben onu biraz gerektiğinden fazla öne çıkarmayı bile severim.

Ama köy kökenli olmanın en zor yanı, arşiv bulmak zordur. Kent kökenli ailelerde bolca bulunabilecek yazılı belge, günlük, fotoğraf gibi şeylere ulaşmak zordur. Örneğin genç yaşta ölmüş babaannemin bugüne kalmış bir fotoğrafı olmamış. Ne acı değil mi?

Her cenazeden sonra bir soyaağacı çıkarmaya niyetlenir sonra unutur giderim. Umarım birgün ailenin kalanlarıyla bu soyağacını çıkarırım. Belki gelecek kuşaklara bir belge bırakmanın mutluluğunu yaşarım.

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

                                                 BİR FOTOĞRAFA BAKMAK

 
 

 

Yazıya kısa bir önsöz:

Ayaktakiler Bizlere bakan ablamız,annem kucağında Jale ile babam,Ayşe, Halil ve ben

Aşağıdaki yazıyı bundan 8-9 yıl önce annemin meme kanseri olduğunu öğrendiğim günlerde yazmıştım. Durumu öğrenmenin şokuyla bu tür zamanlarda kısa bir süre için ayrımsadığımız yaşam merhalesinin saçmalığı konusunu yeniden düşünmüştüm. Moda çay bahçesinde 3-4 saat oturup yarım paket sigara bir okadar da çay içip bir çırpıda bu yazıyı yazılmış bulmuştum önümde. Ancak yazı o yazıldığı günkü kaderiyle kalmadı. Annem meme kanserinden kendini kurtardı. Ama o yazının yazıldığı günlerde aklımızdan bile geçmeyen lde annemin tam kür sağladığı günlerde babam kendini kurtaramayacağı kolon kanserine yakalandı. Tabi kendimin bu günkü kaderini bu yazıyı yazarken aklımdan bile geçiremezdim. Bu yazının 8-9 yıl önceki kendine hiçbir şey olmaz havasındaki yazarının bugünkü ruh halini düşününce hayatta hiçbir zaman büyük komuşmamalı lafını daha da önemsiyor insan. Neyse isterseniz biz tekrar benim çok sevdiğim bu yazıya geri dönelim:

BİR FOTOĞRAFA BAKMAK 

    Önümde bir fotoğraf var. Sanırım bundan 22-23 yıl önce çekilmiş bir fotoğraf bu. Ailece süslenip, giyinip, kuşanıp gidip bir fotoğraf stüdyosunda çektirdiğimiz bir aile fotoğrafı …’O günü bu gün gibi anımsıyorum’ dersem yalan olur. Hatta belirli bir yaştan sonra hepimizin yakalandığımızı sandığımız  ‘hafıza kaybı’ hastalığı (ki bendeki çoğu zaman bir evham olmaktan çok daha öteye geçer) nedeniyle,  neredeyse o günle ilgili hiçbir fikrim yok diyebilirim. Orta sınıf ailelerin tercih ettiği, mütevazi ama işini temiz yapan bir fotoğraf stüdyosunda çekilmiş bu fotoğraf. Bunu fotoğrafın arkasına fon olarak kullanılmış perdeden anlamak mümkün. Muhtemelen fotoğrafçı da babamın bir tanıdığıdır. Çünkü babam bu gün bile bütün alışverişini tanıdık esnaftan yapma geleneğini sürdürür. Bu gün de babamı yakından tanıyan, onu seven, ona saygı duyan bir berberi, bir kasabı,bir bakkalı, bir balıkçısı, bir elektrikçisi, bir yorgancısı, bir kuruyemişçisi, bir gazetecisi vardır. Mersin’e her gidişimizde bizimle karşılaşmanın onda yarattığı mutluluğu bir seromoniye dönüştürür. Babamın kasabından etin kebap için en uygun yeri alınır; f ırıncı özel lavaş ekmeklerin hazır eder; bakkal içeceklerin en soğuklarını verir. Babam kimsenin elini cebine atmasına izin vermediği gibi, kimsenin alışverişe gitmesine de izin vermez. O yaşlı bacaklarıyla tek tek ahbap esnafını dolaşır, gözlerindeki mutluluğu onlarla paylaşır. Sonra aldığı eti güzelce terbiye edip, şişlere dizer ve kendi elleriyle bize kebap hazırlar. Yemekte babamın berberinin hikayelerini dinleriz.   

Mersin'de babaocağında bir kebap merasimi

                                                          Mersin’e ,baba ocağımıza her gidişimizde bu seromoni yinelenir. Babamı bu haliyle izlemek hepimizde anlatılması güç duygular uyandırır. Zaten özlemle içimizde birikmiş olan sevgi, iyice içimize sığmaz hale gelir. Bir gün babamın ölüm haberini ilk aldığımda sanırım gözümün önünde hemen bu seromoni canlanacaktır.Eminim günlerce ağlayacağım.       Neyse,biz yeniden fotoğrafa dönelim.Siyahbeyaz bir fotoğraf bu. Arka sırada babam ve annem duruyor. Babamın kucağında en küçük kardeşim Jale var. Henüz bir ya da iki yaşında sanırım. Annem babamdan daha uzun görünmüş. Bunun nedeni o dönem moda olan topuklu ayakkabıları (şimdilerde yeniden moda oldu). Onların önünde Ayşe, Halil ve ben boy sırasına göre dizilmişiz. Benim yüzümde taşranın o çalışkan ve  terbiyeli aile çocuklarının ifadesi var. Bu yüz ifadem şimdi bana komik geliyor. Bunun nedenini bilmiyorum.      Köyden kente göçün ilk kuşağını oluşturan ailelerde çocuk terbiyesinin ayrı bir önemi vardır. Köyde çoban olmaktan kendilerini okumanın kurtardığını çok iyi bilen anne ve baba için en büyük hedef çocuklarını en iyi şekilde okutmaktır. Bu yüzden bizim aile kültürümüzde bir çocuğun en büyük sorumluluğu okulunda başarılı olmak olmuştur. Bunun koşulları ise bellidir:  Derslerine iyi çalışmak, ödevlerin tam ve muntazam olarak yapmak. Ayrıca çocuğa onu okul başarısından uzak tutacak kötü arkadaşlardan, kötü alışkanlıklardan, uzak durmasının sağlayacak bir de terbiye verilir. Yüzümdeki ifadenin bunların bir sonucu olduğunu anlayabiliyorum. Ama bu gün bu ifadeyi niye komik bulduğumu kendime çok iyi açıklayamıyorum işin gerçeği.       Üstümde beyaz bir tişört var. Kolumda ise ‘Nacar’marka bir saat. Bu önemli ; çünkü ailenin dört çocuğundan sadece benim saatim var. Sanırım ya hazırlık sınıfındayım, ya da ortabirinci sınıfta. Yine bizimkisi gibi çok çocuklu orta sınıf memur ailelerinde çocuklar için alınacak hediyeler konusunda da bir hiyerarşi vardır. Bu çoğunlukla ailenin sınırlı ekonomik bütçesini adil bir şekilde çocuklara yansıtma gereksiniminden doğar. Örneğin bir çocuğa ancak o büyüdüğünde saat alınır. Böylece hem küçük çocukların zamansız taleplerinden kurtulunmuş olunur, hem de bir gün zamanı gelince kendisine de aynı olanağın sunulacağı belirtilerek kardeşler arasındaki gereksiz bir husumet önlenmeye çalışılır.       Halil’in ve benim ayaklarımda yeni olduğu her halinden belli olan ‘Panter’ marka spor ayakkabıları var. Belli ki bu ayakkabılar bu fotoğraf çekimi için özel olarak alınmış. Aslında ben kendi tarihimi bir ayakkabılar tarihi olarak yazabilirim. Babam ilk kundurasını 15 yaşında giymiş. Ankara’daki sağlık meslek lisesini kazandığında dedem paraya kıymış ve ona bir ayakkabı almış. Daha öncesinde kimi zaman yalınayak, kimi zaman da el yapımı çarıklarla dolaşmış. Bebek ayakkabılarımı anımsamıyorum ama ilkokula  gidene dek kardeşim Halil ve ben, üstten klipsli lastik pabuçlardan giydik. Bu pabuçlar fenadır. İlk Meşhur klipsli ayakkabılar giydiğinizde

Meşhur klipsli ayakkabılar

ayaklarınızın kenarı yara olur. Ama sonra o yara olan yerler nasırlaşır ve bir daha hiç bir lastik pabuç ayaklarınızı yara etmez. Bir ara krampon taklidi lastik pabuçlar çıktı. Biz bunlara ‘pele’ ayakkabısı diyorduk. Sokaktaki bütün çocukların bir ’Pele’ ayakkabısı oldu. İlkokulda kundurayla tanıştık. Sonra spor ayakkabıları çıktı. Orta halli aileler çocuklarına ‘panter’ marka ayakkabı alırken, durumu daha iyi olanlar ‘Esem Sport’aldılar. ’Converse’ marka ayakkabıları koleje başladığımda gördüm. Kolejde beden eğitimi dersinde sadece parasız yatılılar ‘panter’ marka ayakkabı giyerdi. Bu fotoğrafta Halil ve beni mutluluktan uçuran ‘panter’ayakkabılar, kolejde, o ergenlik dönemimin en kıskanç günlerinde benim için hep bir utanç nedeni olmuştur. Şimdi ayağımda Slazenger marka bir gezi ayakkabısı var. Evde ise Slazenger marka bir botum, Adidas marka bir spor ayakkabım, ’mavi’ den alınmış havalı bir süet ayakkabım var. Gündelik iş ayakkabılarımı saymıyorum. Sanırım Halil’in ayakkabı kolleksiyonu benden çok daha geniştir .Düşünüyorum da babamdan bu yana ayakkabı konusunda oldukça yol almış durumdayız. Artık ayakkabılarımın markasından dolayı utandığım günler çok gerilerde kaldı.

Halil’in elinde bir top var. Bütün çocukluğumuzun o ‘top sevdasını’ bu fotoğrafa da taşımayı başarmış. O  zamanlar ‘bayrak maçları’ meşhurdu (o gelenek hala bir yerlerde devam ediyor mu çok merak ediyorum). Her sokağın bir takımı vardı. Bayrağına çift kale maç yapılırdı. Kaleler iki taş arasına kurulduğu için sık sık ‘goldü, değildi’ diye tartışmalar çıkardı. Kimi zaman bu tartışmalar sıkı bir sokak kavgasına dönüşürdü. Kazanan takım diğer takımın verdiği bayrağı alırdı. Her takımın gurur kaynağı bir bir ‘bayrak kolleksiyonu’olurdu.

Kıran kırana geçen sonu genelde kavgayla biten maçlardaki ödülün bu kadar küçük bir bayrak olduğuna inanmak zor tabi  
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..                                                        KUZUSUAnnem Annem bütün fotoğraflarda olduğu gibi yine çok fotojenik çıkmış. Belli ki Jale’nin gebeliğinin yarattığı olumsuz etkilerden kurtulmuş. Daha Mersin Devlet Hastanesinde görevli bir hemşire. Henüz şeker hastalığının onda yeni başladığı günler. Memelerinin ikisi de yerinde. Daha meme kanserine 20 yıl var. O yıllarda belki teyzem bile daha meme kanserinden ölmemiştir. Bir kaç yıl içinde öleceğinden habersiz,  hayatın çeşitli meşgaleleriyle uğraşıp duruyordur. Anneme bakıyorum da, bu gün içinde duran çığlık o günlerde de aynen içinde duruyor. O nun kişiliği aslında hiç yaşadığı yaşamla uyuşmamıştır. Başka bir zamanda, başka koşullarda, başka bir yerde bambaşka bir kadın olurdu. Ama, ne yazık ki yaşamda herşeyi seçmek mümkün değil.. Hele annemin kuşağındaki, onun yaşam koşullarından çıkmış bir kadın için bir şeyleri sonradan değiştirmek de pek mümkün değildir. Onun kimi zaman hırçınlaşan mizacının, kimi zaman geçmek bilmeyen nörotik gerilim nöbetlerinin, babama karşı hissettiği öfkenin altında yatan, o kendini dışarı atmak için çırpınıp duran’diğer annemi’algılayabilmek ancak bu fotoğraftan yıllar sonra mümkün  olmuştur benim için. Babam ne kadar dışa kapalı, mütevazi, evcümen, özverili, yeniliklere her zaman daha ön yargılı ise; annem de bir o kadar dışa açık, dünyada yeni olan ne varsa öğrenmek isteyen, gitmediği, görmediği yerleri merak eden, hatta kimi zaman doya doya yaşamayı çocuklarına gösterbileceği özverinin biraz önüne çıkarabilecek kadar bencil olabilen bir insan. Ama o hep babamın dünyasında yaşamak zorunda kaldı. Bu gün anlıyorum ki annemden bana geçen sadece yüzümdeki ben, kanımdaki yüksek kolesterol değerleri, O Rh(+)kan değil. Ben biraz annem gibiyim. Doğanın bir latifesi bu bana galiba. Bizans Kralından intikam alan Cüneyt Arkın gibi (‘bu annemin görmek istediği ama göremediği yerler için, bu annemin yapmak isteyip de yapamadığı şeyler için, bu annemin tatması engellenmiş tüm yenilikleri tatmak için’) hayatımı biraz da annemin yaşamdan intikamı şeklinde sürdürüyorum.  Her ne kadar fotoğraf siyahbeyaz olsa da, babamın üstündeki gömleğin mavi bir ‘Ecevit gömleği’olduğu belli. Evet, o günler için çocukluğumun mavi renkli günleri demek doğru olacak galiba. Biz Ecevitçiydik. Milliyet gazetesi alırdık. Karşı komşumuz İshak Amcalar ise Demirelciydi. Onlar da Tercüman gazetesi okurdu. Kıbrıs Harekatının o karartma geceleri bitmiş, ’Karaoğlan’ önderliğindeki şanlı ordumuz Kıbrıs’tan zaferle çıkmıştı. Evdeki pikaba babamın çarşıdan aldığı ‘şanlı Karaoğlan’adlı plağı koyup, son sesinde sabahtan akşama kadar dinliyorduk. İshak Amcaları çılgına çeviriyorduk. Sonradan bir de ‘devrim’işi çıktı. Sokaklar, evlerin duvarları,  fırçayla yazılmış yazılarla doldu. Babası Ecevitçi gençlerin çoğu ‘devrimci’oldu. Biz çocuklar portakal bahçesinde yaktığımız ateşlerin etrafında teneke çalıp ‘Yılmaz Güney geceleri’düzenledik. Birbirimize Meram sinemasında seyrettiğimiz filmleri anlattık. Sonra bir gün Meram sineması bombalandı. Ölenler oldu. Bütün abilerimiz, şehrin bütün abileri, bizim oradaki Gözne yolunda bir yürüyüş yaptılar. Biz çocuklar ise bu cenaze merasimini bir bayram alayını izlermiş gibi coşkuyla izledik. Babam, emekliliğinde bile kravatını boynundan eksik etmemiştir. Onun için her sabah sakal traşı olmak bir ayin gibidir. Ancak sanırım o zaman ki isyan günleri az da olsa babamı da etkilemiş. Baktığım bu fotoğraf sanırım babamın kirli sakallı ve kravatsız olarak çıktığı nadir fotoğraflardan biridir.          Ama bence bu fotoğraftaki benim için en etkileyici olan şey, yine de bunlar değil. Her nekadar bu fotoğraftaki herkes bir ‘fotoğraf çektirme’ seromonisi için yeni kıyafetlerini giymiş olsa da; yine de o dönemlerde yaşadığımız yoksulluk bir yerlerden kaçak veriyor. Örneğin, benim üstümdeki tişört ve kumaş pantolon yeni ve ütülü olsa da eski kemerim gözden kaçmış. Hepimizin üstündeki tişörtler ve elbiseler yeni de olsa; hepsinin Kuru Çeşme’nin oradaki halk pazarından alındığı belli. Zavallı Ayşe’ye sanırım para yetişmediği için yeni bir terlik alınamamış. Fotoğraf dikkatle incelenirse Ayşe’nin ucu eskimiş terlikleri farkediliyor.        Kızım Rüya’nın belki 5 çeşit ayakkabısı, sayısını bilmediğim kadar tişörtü, pantolonu var. Ama bunlar ona iyi gelecek mi bilemiyorum .Bildiğim bir şey var ama: Bu fotoğraftan sızan yoksulluk; tadını çok iyi bildiğim bu şey,  bana hep iyi gelmiştir. Benim vicdanım olmuştur.      Önümde bir fotoğraf var.      Fotoğrafa bakmak bende güzel duygular uyandırıyor.      Kendimizi içinde yitirdiğimiz bütün bu koşuşturmaca, yetişemediğimiz bu akış, bir an bir fotoğraf karesinde donup kalıyor. Sanki o çılgın koşuşturmaca bir an için donup kalıyor. Zaman duruyor. Siz ve fotoğraf başbaşa kalıyorsunuz. Biraz kendiniz olmaya vaktiniz kalıyor.

                                                       HALİL’İN KUZUSU

Biz dört kardeşli bir aileyiz. Bakana büyütene zor tabi ama, kardeşler için aslında büyük bir zevk ve kolaylık çok kardeşli olmak. İnsanın her bir kardeşiyle ayrı bir ilişkisi, hukuku, paylaşımı oluyor. Zor günlerde yanıbaşınızda birden üç nefer birden bitiveriyor. Sahiden çok güzel birşey çok kardeşli olmak. Halil benden bir küçük kardeşim. Ailenin ikinci erkek çocuğu.  Aramızda 4 yaş farkı var. Çocukluğumda bir kabus gibiydi aramızdaki bu dört yaş. Sokakta durmadan peşime yapışan bu bıdık oğlandan nasıl kurtulacağımı bilemezdim bir türlü. İki erkek kardeş arasındaki bu tür gelgitler hayatın çok çeşitli dönemlerinde de oldu. Ama sanırım hayat bana olabilecek en iyi erkek

İlkokula başladığımda mecburen Halil'e de bir önlük dikilmişti

kardeşlerden birisini vermiş durumda. Yaşlandıkça yaş farkımız neredeyse kayboldu gitti. Aramızdaki kardeşlik bir tür candostluğunu da kattı işin içine tadından yenmez oldu. Halil sahiden çok özel bir insandır. Çocukluğundaki o naif hali tüm hayatına taşıyabilen özel insanlardan birisidir. Onun için size bu ‘Halil’in Kuzusu’ yazısını yazmak istedim. İlkokula başlayacağım. Çanta önlük falan alındı. Tabi Halil durur mu? O dönem neredeyse abisinin yaptığı herşeyi yapmak gibi bir dürtüyle yaşadığı için günlerce ağladı. Mecburen ona da bir önlük uyduruldu. Çantayı gördü, çanta uyduruldu. Herşey yatışıcak derken esas sorun sonradan ortaya çıktı. Ben okula gitmeye kalkışınca oda okula gitmek istedi. Ama tabi bir başka sorun daha var. Halil’in bir de kuzusu var o günlerde. Kuzusunu da okula götürmek istedi. İlkokula başladığım o günlerdeki yaşadığım kabusu anlatamam. Elimde çanta yanımda annem veya babam sokağa çıkıyoruz. Yanımızda Halil üstünde önlüğü, elinde uyduruk çantası ama en fecisi diğer elinde ipiyle çektiği kuzusuyla benimle okula gelmesiydi. Halil böyle bir insandır işte. Aslında tüm hayatı boyunca da böyle saf, melek haliyle kalmayı becerdi. Hala okula da kuzuların girebileceğine inanan bir şey olduğunu görürüm onda 40 yaşında bile. Bendeki kanser teşhisi benim kadar onu da allak bullak etti. Eski çocukluk günlerimize geri getirdi. Her dakikasını benimle geçirmek için can atar oldu. İnsanın yanıbaşında böyle bir meleğin olduğunu hissetmesi çok güzel. Ne şanslıyım.

                                  Halil şimdiki gerçek kuzusu Nisan’la

Tabi benden şanslı olanlar da var. Biraz geç de olsa Halil’in gerçek kuzusu Nisan Hanım dünyaya geldi . Çocukuluğumuzda portakal bahçelerinde geçen o Marquez romanlarına benzer günler, öğrenciliğimizde bizi yutan, başımızı döndüren İstanbul sarhoşluğu, ortayaşımızda başka bir hayatı getirdi Halil’le başımıza. Tabi bir de Ayşe ve Jale var, Şahinler’in dişi kuşları. Kıskanmasınlar onları da yazacağım….Eh tabi bir de Capon Hanım var. Başucu meleği…

İnsanın çok kardeşi olması ne güzel birşey.

Bizim Aile için 6 cevap

  1. Esra Şebnem Öztürk der ki:

    Sevgili rıdvan ,
    hemen her gün yazdıklarını okumak için sabırsızlıkla sayfanı açıyorum. Yüreklerimize dokunan öykülerin için teşekkürler. Tüm dualarımızda varsın. Sağlıklı güzel günlerde yeniden görüşebilmek dileğiyle. Esra

  2. Emrah der ki:

    Annem bunun bir fotografı yırtmak versiyonunu yapmıştı. Hayata tutunmak için gibi gelmişti bana. fotograflarını tek tek yırttı Bir kısmını bıraktı. Silinen ve parlatilan resimlerle yeniden yazılan bir tarih gibi.

  3. Halil Şahin der ki:

    Rıdom,
    Yazma konusunda ne kadar özürlü olduğumu bilirsin. Benim hakkımda yazdığım bu güzel yazıyı tekrar tekrar okuyorum.Sana kuyrukluk dönemimde(çocukluk ve gençlik ilk dönemlerim) senin gibi bir ağabeye, daha sonraki dönemde de(olgunluk diyelim) senin gibi bir candostuna sahip olduğum için asıl şanslı olanın kendim olduğunu düşünüyorum.
    Yazında da dediğim gibi insanların kardeşleri olması güzel birşey fakat en güzeli bu kardeşliğin can dostluğuna dönüşmesi. Kendim,Ayşe ve Jale içinde geçerli olmak üzere kardeşlikden dostluğuna uzanan Şahin Kardeşler arasındaki köprünün mimarı sensin.İYİKİ VARSIN RIDOM…..
    not:Önlüklü fotoğrafım kullanım hakkı Rıdo vebana aittir. 3.şahısların kullanımı izne tabidir.

  4. Devrim der ki:

    Rıdvan’ın Mersin ve köy hayatına dair bahsettikleri bana çok tanıdık geldi, ben O’nu 7-8 yıl geriden takip etsem de geçmişimiz benzeşiyor sanırım. Ben zaten Rıdvan’ın adını daha ortaokul-lise yıllarımdan biliyordum. Babam öğretmen olduğundan Rıdvan’ın amcalarını tanırdı ve “bizim tanıdıkların çocukları Rıdvan ve Ayşe Şahin Çapa Tıp’ta okuyor “diye bana sık sık örnek gösterirdi ve hiç tanımasa da gurur duyardı sanırım. Babam için bu hayatta en övünülecek şey iyi eğitimdir, hala sık sık yakınlarının, öğrencilerin, tanısın tanımasın memleketlilerin girdiği iyi okullardan büyük mutluluk duyar. Babam Anamur’un yörük köylerinin birinden olup, o da ilkokul sonrası öğretmen okulunu kazanıp kendini kurtaranlardan. Öğretmen okulu sınavını 11 yaşındayken yayladan inip, 2 gün kadar yaklaşık 45 km yolu yürüyüp Anamur’a inip kazandığını, Antalya’da öğretmen okulundayken parasızlıktan tatillerde eve gidemediğini, 12 yaşındayken okulda aşırı zayıflığından dolayı tedavi için tek başına İstanbul’a gönderildiği ve yolda başına gelenler gibi bir sürü hüzünlü hikaye anlatır bize hep babam. Annemin köyüyse Silifke’ye bağlı deniz kenarında bir köy olup nispeten daha gelişmiştir (Akkuyu nükleer santralinin yanındaki köy). Ben bu köyde doğmuşum daha doğrusu doğamamış Silifke’ye götürülüp hastanede doğabilmişim. Ama çocukluğumun ilk yılları burada anneannemin çilli tavuğunun yumurtaları, sarıkızının sütüyle beslenerek geçmiş (halen besili olmamı bu şekilde açıklıyorum:)) Çocukken yazları genelde bu köye gider denize girerdik. Arkasından helkelerde güneşin altında ılımış sular tepemizden boşaltılırdı duş amaçlı. Tarlalardan domates toplayıp, kasalara dizilmesine yardım ederdik (toplarken sürekli yerdik tabi, toplamaya faydamız mı olurdu zararımız mı bilemiyorum:)). Helke demişken; üniversiteye geldikten sonra sıkça kullandığımız bazı kelimelerin fazlaca yöresel olduğunu farkettim özellikle de Kerem sayesinde. Sitil, ırbık, çingil, ülübü gibi kelimelerle Kerem hala dalga geçer amma uydurmuşsunuz, tüm i’leri, ü’leri toplamışsınız, ne biçim kelimeler diye. İşte bu köy ve yörük geçmişimden Rıdvan gibi ben de bahsetmekten asla çekinmem ve hatta severim. Ama çocukluğumda çoğu yazımı elektriksiz, TVsiz vs bu köylerde geçirdiğimden dolayı şimdi pek moda olan, modern hayattan uzak köy tatillerini tercih etmiyorum sanırım. Köy hayatının arşivlenememesinden bahsetmiş ya Rıdvan, evet çok acı, benim babam da bebekken kaybettiği, hiç tanımadığı gibi fotoğrafı bile olmayan annesinin eksikliğini hayatı boyunca hissetmiş birisi

    • admin der ki:

      Canım Devrim,
      Ne güzel yazmışsın. Sosyal genetik ortaklığı diye bir şey de var. Tiyatro koluna ilk geldiğin günleri anımsıyorum. Şu son zamanlarda köy evine gidip tatil yapma işleri de bana da çok komik geliyor. Kardeşim Halil’in küçük kızına amca yerine ’emmi’ demeyi öğretmiş bizimkiler. Bana ’emmi’ diyor bayılıyorum. Aslında yörüklerin kullandığı Türkçe bence orijinal Türkçe’ye daha yakındır. Ama dili hiç bozulmamış bir halam var. Onun dili bana (yeni kuşağın örneğin Rüya’nın anlaması olanaksız gibi) hem çok eğlenceli hem de yaratıcı gelir.

  5. Bülent Mustafa Ceylan der ki:

    Bir fotoğraftan ancak bu kadar hikaye çıkarılır ve bu kadar akıcı anlatılabilir.Aslında hepimizin hikayesi aynı değişen sadece kişiler hep aynı yollardan hep aynı yoksulluktan geldik.Ailemiz hep fedakarlıklar yaptı.Biz onlardan çok iyi koşullardayız.Çocuklarımız inşallah daha iyi koşullarda olur bilhassa çok sevdiğin ve senin çok seven kızın.Hiç tanımadığım ama yazılarını okuyunca çok iyi tanıdığım insan yattığın yerde huzurun olsun mekanın cennet olsun sevdiğin herkes seni her daim hatırlasın dualarla .Beni ağlattığın içinde teşekkür ederim sana.5 sene önce babamı kaybettiğim günde hiç tanımadığım bir insana ağlayacağım aklımın ucundan bile geçmezdi güzel insan..

Yorumlar kapalı.