Rıdvan Şahin 3. Öykü Yarışması Birincisi

-Bayım, tabloma bakmak ister misiniz? Sadece bir dilim ekmek fiyatına. Para vermek istemezseniz bayatlamış ekmeklerinizle değiş tokuş da edebiliriz. Bayım…

Hay aksi… Bugün de işler pek iyi gitmeyecek anlaşılan. Pes etme Suma. Cakarta’nın sana ihtiyacı var. Bu bereketli toprakların daha ölmediğine dair inancını koru. İnsanın yalnızlığını ve çaresizliğini ancak ve ancak bu topraktan yeşerecek ağaçların, özgürce uçan kuşların, capcanlı renklerin, şırıl şırıl akan derelerin ve bunları tuvaline, notalarına, kâğıdına yansıtacak yetenekli beyinlerin silebileceğini çok iyi biliyorsun Suma. Sen Cakarta’nın kurtuluşusun. 

İşte biri daha:

-Bayım ister misiniz? Sadece bir dilim ekmek fiyatına. Yanınızda para yoksa hiç sorun değil. Pekâlâ, açlık çekmemek için yanınızda taşıdığınız bir dilim ekmekle de takas edebilirsiniz. Bayım…

Bu da gitti. Pes etme Suma. Çalış ve doğaya inan. Tabiat Ana’nın elmaya, muza, portakala, Hindistan cevizine nasıl da can kattığını düşün ve şu tablona bir daha bak Suma. Renklerin ne kadar canlı olduğunu görüyor musun? Şu şeftaliyi, üzümü nasıl da gerçekmişçesine resmettiğini görüyor musun? Yeteneğinle gurur duy Suma. Cakarta, senin gibilerin omuzlarında yükselecek yeniden. Yeşili yeniden keşfedecek insanlar ve yağmurlar yeniden yağacak o zaman. Oturduğun şu kaldırımın grisi yok olacak. Silinecek korku ve nefret. Kaynaşacak yeniden insanlık. Doğa, kendi sanatını insanlara sunacak yeniden. Taze fesleğen kokularının şehrine dönüşecek Cakarta. Melodiler en güzel şiirlere karışacak, renkler taze baharların habercisi olacak. Toprak doyuracak tüm insanlığı ve sevgi yeşerecek dört bir tarafta. Yağmurun sesini duyuyor musun Suma? Yağmur berekettir. Evsizin evi, açın yemeği, işsizin işi, müzisyenin notası, ressamın deseni, yazarın kalemi, heykeltıraşın mermeri… Yağmur yine yağacak bu bereketli topraklara. Gri kaybolacak ve Cakarta’ya sanat geri gelecek Suma. Sevgi geri gelecek. Aşk geri gelecek. İnsanlık özüne dönecek. Cakarta özüne dönecek. Tabiat ana armağanlarıyla zenginleştirecek her köşeyi.

İşte yeni biri:

-Güzel hanımefendi almaz mıydınız? Sadece bir dilim ekmek fiyatına.

-Sizi bir yerden gözüm ısırıyor sanki. Geçtiğimiz gün de mi buradaydınız siz?

-Hanımefendi ben üç yıldır Cakarta’nın her yerindeyim. Burada olmasa başka bir yerde mutlaka karşılaşmışızdır. Takdir edersiniz ki sanatımı bir yere bağlı kalarak icra edemiyorum. Biz sanatçılar hayallerden besleniyoruz daima ve farklı yerler, farklı kaldırımlar, farklı sokaklar arıyoruz her fırsatta. Aslında biliyor musunuz Cakarta ile de sınırlı değil hayallerim. Tüm dünyayı dolaşsam kim bilir ne kadar genişler bakış açım, ne kadar çeşitlenir eserlerim. Sanatım ne kadar yücelir ve insanlığa ne muhteşem hediyeler verebilirim, kim bilir?

-Evet, belki de başka bir yerde görmüşümdür sizi. Bu ne harika bir tablo böyle! Bir dilim ekmek fiyatına mı demiştiniz? Delirdiniz mi siz? Bu muhteşemliğin değeri bu kadar olabilir mi?

-Beni mahcup ediyorsunuz hanımefendi. Derdim fazlasına sahip olmak değildir ama sanatıma hak ettiği değeri veren sizin gibi şahsiyetlere ne kadar teşekkür etsem az. Çok isterdim sanatımın bir dilim ekmeğin üzerinde değerlere alıcı bulmasını; ama ne yazık ki Cakarta’da toplasanız sizin gibi 10-20 kişi ancak çıkar bu miktarları sanatıma layık gören. Sakın yanlış anlamayınız. Bir dilim ekmeği küçümsemek değildir amacım. Haddim değil on binlerce insan o bir dilim ekmeği dahi bulamazken bir dilim ekmeği küçümsemek. Kaldı ki ben de o insanlardan biriyim. Ancak toprak hepimize bir dilimden çok daha fazlasını verecek kadar bereketli ve Tabiat Ana binlerce dilimi önümüze sunacak kadar cömertken nasıl olur da üzülmem insanların haline? Cakarta bugünleri hak ediyor muydu? Dünya bugünleri hak ediyor muydu? Neyse ki kavga ve nefret sanatımı icra etmeme hiçbir zaman engel olamadı ve olamayacak. Son nefesime kadar, Tabiat Ana’nın kollarına dönene kadar gri bir dünyayı renklendirmek için kullanacağım bütün benliğimi. Bir gün parmaklarım tutmaz, kollarım kalkmazsa bir çiçeği çizmek için; susarsa dilim ve ifade edemezsem artık düşüncelerimi, sadece atan kalbim kalmışsa benliğime ait, emin olun hanımefendi, kalbimle anlatacağım toprağa olan özlemimi, kalbimle anlatacağım sanatın bütün dünyayı kurtaracağını ve inanmış ruhumla bekleyeceğim mutlu Cakarta’ya kavuşacağım o anı. İnanın hanımefendi, Suma asla varoluş mücadelesini bırakmayacak. Suma, Cakarta’nın geleceği olacak.

-Sözleriniz beni çok etkiledi… Su…

-Suma…

-Suma, doğru. Sözleriniz beni çok etkiledi Suma. Bir yerde benim gözümü açtınız adeta. Cakarta’nın bugünkü halini zaman zaman düşünüp umutsuzluğa kapılıyordum aslında ama takdir edersiniz ki unutkan bir varlığım ben. Unutkan olmamam gerektiğini hele de söz konusu doğduğum, büyüdüğüm topraklarsa çok iyi biliyorum ama hayatın içinde bencillikle toplumsal duyarlılık arasında gidip geliyorum sürekli ve itiraf etmeliyim ki kendime bir türlü söz veremiyorum her zaman duyarlı kalacağıma dair. Sizinle konuşurken içimde oluşan bir şeyler yapma, var olan düzeni değiştirme isteği; akşam sevdiklerimle yemek yerken bir anda anlamsızlaşacak ve kendimi yeniden umursamazlığın derinliklerinde bulacağım diye çok korkuyorum. Yine de gerçekleri itiraf etmek zorundayım kendime. Suma, tablo için şu parayı kabul edin. Hem tabloya hem de sözlerinize âşık oldum ben. Lütfen geçici bir süre için de olsa vicdanımı rahatlatmama izin verin. Unutmadan… Size yardım edebilecek bir tanıdığım geldi aklıma (çantasına yönelir). Şurada kendisinin adresinin yazılı olduğu bir kart olacaktı. Evet, buldum. Bunu da alın lütfen. Kim bilir belki Cakarta’nın başka bir köşesinde sizinle tekrar karşılaşırız. Hoşça kalın.

-Bu ne büyük bir lütuf! Teşekkürler hanımefendi. Binlerce kez teşekkürler. Teşekkürler sanatıma layık gördüğünüz değer için. Sanatçıya hak ettiği değeri veren sizin gibi kaç kişi var ki Cakarta’da? Durmayın gidin hemen. Bu iyi kalbinizi bir değil binlerce sıcak yüreğe açmanız gerekir. Durmayın, gidin ve şunu iyi bilin ki Cakarta’ya dair umudum arttı bugün. Artık yüzümde daha büyük bir gülümseme olacak. İnsanlara sanatımı bir dilim ekmek karşılığında sunarken sizin gibi onlarcasını bekleyeceğim hanımefendi. Sadece sizin gibi koca yüreklerin olduğu bir Cakarta’yı birlikte yaratacağız biliyorum.

Yağmurlar yağacak Cakarta’da Suma. Bereket geri gelecek. Topraklar yeşerecek. Ağaçlar büyüyecek. Bahar gelecek ve dalından düşecek en güzel meyveler. Bir resme dönüşecek tüm güzellikler senin ellerinde. Umudunu kaybetme Suma. Tabiat Ana, teşekkürler. Cakarta, teşekkürler. Doğduğum topraklar, teşekkürler. İhtiyacım vardı içimdeki umudu canlı kanlı başkalarında da görebilmeye. İhtiyacım vardı sanatıma can katacak başka seslere. Yarın ilk iş bu adrese götürüyorum sanatımı yepyeni bir umutla. Şükürler olsun.

Ertesi Gün…

-Kimse var mı?

-(Çadırından yavaşça çıkar) Suma, sen misin? Bu ne güzel bir sürpriz!

-Gine… Bu gizemli adreste oturan sen miydin, sevgili arkadaşım? Çok zarif bir hanımefendiden aldım senin adresini. Bana bu adreste oturan kişinin yardım edebileceğini söyledi. İşe bak ki o yardımsever, yıllardır görmediğim arkadaşım Gine çıktı. Bu arada bak sana bu tabloyu getirdim.

-Sanırım bu Madam Musi’nin işi. Ne iyi etti de bizi buluşturdu görüyor musun? Şu tablonun güzelliğine bak. Ağaçların arasından nehre doğru zıplayan bir sincap öyle mi? Şurada yağmur suyu birikintisi mi var? Tabiat Ana aşkına ne güzel bir tablo bu böyle Suma. Umudumuz hiç tükenmesin arkadaşım.

-Ah Gine; yağmayan yağmurun hayallerimde ormanlarla nasıl fısıldaştığını, sincaplarla, kertenkelelerle dertleştiğini; arıların bir çiçekten diğerine aşk mektuplarını nasıl büyük bir heyecanla götürdüğünü bir bilsen. Ah keşke sanatım hayallerimin büyüklüğüne yetişebilseydi ama ne mümkün.

-Suma sen büyük bir ressamsın. Cakarta’nın hafızasını canlı tutan bir yaşam kaynağısın adeta. Ayrıca itiraf edeyim biz sanatçı ailesinin de sen olmasan işi zor. Bu şartlarda umudun olmadan, sana umut veren bir dostun olmadan yaşamak kolay değil.

-Sağ ol Gine. Heyecandan hanımefendinin ismini bile sormayı unuttum dün. Madam Musi dedin değil mi? Beni niye sana yolladı peki?

– Gel şöyle otur arkadaşım. Çay yapayım da beraber içerken konuşuruz her şeyi.

-Çay mı? Çayın mı var? Bu ne güzel bir haber Gine! Cakarta’da çay tükendikten sonra çok istedim komşu ülkelerden çay getirse birileri de içsek diye ama malum başımızdaki yönetim dışarıya çıkışları kapadı. Hakikaten sen nereden buldun çayı yahu?

-Neyse dayanamayacağım çayı sonra da demlerim. Sana pek güzel haberlerim var Suma.

-E hadi, meraklandırma arkadaşını.

-Çayı bana Ceram getirdi.

-A öyle mi? Ne kadar güzel. Ceram çok iyi kızdır, çok severim. Barat’la birlikteler değil mi hala?

-Evet, Barat’la birlikteler ve esas güzel haber Ceram ve Barat bir dernek kurdular.

-Dernek mi? Ne derneği?

-Sanatçıya Destek Olma Derneği.

-Ciddi misin? Görüyor musun tablolarla uğraşmaktan böyle gelişmelerden haberdar olamıyorum. E nedir şimdi bu dernek? Detayları anlatsana.

-Şimdi Suma, biliyorsun ki Cakarta yağmurlar kesildiğinden, şehrin her yanı griye boyandığından ve sanatçılar hükümet tarafından ikinci sınıf vatandaş ilan edildiğinden bu yana zar zor geçiniyoruz.

-Bilmez miyim? Durumumuz ortada.

-İşte ben de bir gün Ceram ve Barat’ın yaşadığı batı tarafına doğru gitmiştim. Orada iki dostumuzla uzun uzun sohbet ettik. Sanatçıların durumunu, Cakarta insanlarının duyarsızlığını ve iktidarın baskıcı anlayışını uzun uzun masaya yatırdık.

-Ne kadar iyi etmişsiniz. Böyle fikri sohbetlere çokça ihtiyaç var.

-Aynen öyle Suma. Bu sohbette Ceram ve Barat bir fikir ortaya attılar. Dediler ki sanatçıların bu kötü durumuna karşı yine biz sanatçılar mutlaka bir adım atmalı, dostlarımızın yaralarını sarmaya çalışmalıyız. Nitekim o sohbet döndü dolaştı yararlı bir derneğe dönüştü.

-E peki nasıl kuruldu bu dernek? Devlet makamları izin verir mi böyle bir derneğe?

-Vermedi zaten. Derneğin resmiyetteki adı Tarihi Fotoğraflar Derneği.

-Tarihi Fotoğraflar Derneği mi?

-Evet, Cakarta’nın dört bir köşesindeki geçmişten günümüze çekilmiş fotoğrafları toplayan bir dernek.

-E, ne yapıyorlar toplayıp?

-Şimdi hükümet bu fotoğrafların büyük bölümü renkli olduğu için ayrıca bir kısmı da yağmurun yağışını, doğanın güzelliklerini ve bereketini gösterdiği için halktan bu fotoğrafları kaçırmak istiyor.

-Onlardan da bu beklenirdi zaten.

-Evet, haliyle bu derneği hükümet pek bir sevdi. Fotoğraflar toplanıp sakıncalı görülenler imha ediliyor dernek tarafından. Hükümet de haliyle derneğe büyük destekler veriyor.

-Anladım da arkadaşlarımız bu fotoğrafların imha edilmesine neden ön ayak oldular ki? Bu hiç hoşuma gitmedi benim.

-Dur şimdi işin güzel kısmı burada. Timor’u tanıyorsun değil mi?

-Tanımaz mıyım? Az fotoğrafımı çekmedi zamanında.

-Timor’un güney Cakarta’da küçük bir fotoğraf atölyesi var. Orada fotoğraf çekip karın tokluğuna yaşamını sürdürüyor. İşte bizim Ceram ve Barat da topladıkları fotoğrafları önce buraya getiriyorlar. Timor da bunları çoğaltıyor. Sonra da Ceram ve Barat bu kopyaları derneğe götürüp aslında bu kopyaları imha ediyorlar.

-E, hükümet denetlemiyor mu bu derneği, fotoğraf dükkânını? Benim yerleşik bir yerim yok, ona rağmen bütün tablolarımı denetliyorlar. Sana getirdiğim tablodaki yağmur suyu birikintisini polisler görmesin diye ne uğraşlar verdim biliyor musun sen?

-Denetliyor tabi denetlemez olur mu? O nedenle fotoğrafların asıllarını yer altında güvenilir bir mahzende saklıyor Timor. Dernekte imha edilen fotoğrafların da aslından ayırt edilmesi pek mümkün değil. Zaten hükümetin denetçileri ne anlasın fotoğraftan, müzikten, resimden, tiyatrodan… Değil mi ama?

-E hadi diyelim bu şapşallar anlamadı. Fotoğrafı çoğaltmanın maliyeti var. Onu nasıl karşılıyor Timor?

-Şimdi fotoğrafı çoğaltmanın maliyeti 1 rupi. Devletin imha edilen fotoğraf başına derneğe yaptığı yardım 3 rupi. Etti mi fotoğraf başına 2 rupi ekstra kaynak. İşte onlarla da derneğin esas işlevi ortaya çıkıyor. Bu kaynak yardımıyla dernek -tabi çok gizli olmak kaydıyla- hepimize ufak ufak yardımlar yapıyor.

-Gine dediklerin kafama yattı gibi de… Bir fotoğraf için hem de iki sanatçının kurduğu bu derneğe neden 3 rupi versin devlet?

-Ah benim gezgin arkadaşım olaylardan hiç haberin yok tabi. Bundan 6 ay önce Cakarta’nın merkezindeki bir mahallede büyük bir isyan çıktı. Orada gizlice halka satılan bazı fotoğraflarda inanılmaz doğa manzaralarını; Cakarta’nın eski yağmuru bol, doğası zengin, sanatı bereketinden gelen yapısını gören ve çok etkilenen gençler büyük bir isyan hareketi başlattılar. Devlet bu isyanla önce kolayca baş edeceğini düşündü ama nafile. İnsanlar eskiden yemyeşil olan bu çorak toprakların üzerine çadırlarını kurup günlerce hükümeti protesto ettiler. Bir fotoğraf olayının bu kadar büyümesiyle hükümet de fotoğraf meselesine eğilmeye karar verdi. Sonra işte böyle bir dernek kurmak için gönüllüler arıyoruz diye ilan verdiler. Ceram ve Barat da tüm riskleri göze alıp gönüllü olarak devlet destekli bu derneği kurdular.

-Yahu inanılmaz. Resmen devlet, sanatçılara farkında olmadan yardım ediyor desene. Helal olsun Ceram ve Barat’a.

-Aslında önce fotoğrafı yasaklayacaktı hükümet ama bunu yapmaları halinde diğer sanat eserlerini yasaklama ve sonunda da sanatı tamamen yasaklama konusu gündeme gelecekti. Biliyorsun sanatçıları ikinci sınıf vatandaş ilan eden yasanın ek maddelerine “ama sanatlarını devletin denetiminde yapmayı sürdürebilirler” diye bir ibare eklenmişti. Şimdi bu yasaya göre elleri bağlı. Yasayı değiştirmeye kalksalar hem mecliste muhalefet ile bir ton görüşme lazım hem de yine isyan çıkmasından korkuyorlar. Seçim yılına da girdik. Haliyle bu dernek onlar için tek çıkar yol. Yalnız tabi arkadaşlarımız sanatçı oldukları için en ufak hatalarını yakalarlarsa gözlerinin yaşına bakmazlar ben ondan endişeleniyorum.

-Değil mi Gine? Ne büyük fedakârlık Ceram ve Barat’ın yaptığı. Keza Timor’un da öyle. Peki, son bir soru Madam Musi’nin bu dernekle ne ilgisi var?

-Aslında dernekle ilgisi yok. Madam Musi bizim sanat dostlarımızdan biri. Ben zamanında ona bir şiirimi sunduğumda bu işten de bahsetmiştim. O da kendine sanatçıları derneğimize yönlendirmek gibi bir görev edindi. O çok iyi yürekli biri ama hep kendisine kızıyor. Yeterince duyarlı olmadığından yakınıyor. Bence kendisine haksızlık ediyor.

-Hem de nasıl. Onun gibi kaç kişi kaldı ki Cakarta’da? Vay be, zenginliği gözünü kör etmemiş, iç güzelliği yüzüne yansımış bir yardım sever demek kendisi.

-Aynen öyle.

-Aklıma takılan her şeyi sordum. Artık ben de bu derneğin çatısı altında yer almak için sabırsızlanıyorum.

-Tabi tabi, sen hiç merak etme. Birlikte güzel işler yapacağız. Yalnız işte şöyle bir sorunumuz var: Bu dernek işi üzerinden hakkımızı yiyen hükümete güzel bir ders vermiş gibi oluyoruz iyi güzel de bu çabamız ne çevreyi kurtarmaya, yağmurları yeniden yağdırmaya yetiyor ne sanata ilgi duyan bir toplum yaratabiliyoruz ne de ülkenin her yerindeki renklerin silinmesinin ve grileştirilmesinin önüne geçebiliyoruz.

-Hiç sorma Gine. Bizim daha uzun soluklu bir adım atmaya ihtiyacımız var. İnsanları kendine getirecek; Cakarta’nın o renkli, bol yağmurlu, tabiat ananın bereketiyle dolan günlerini geri getirmeye ihtiyacımız var.

-Öyle de ne doğamız kaldı ne sanatımız. Elimizden aldılar ikisini de. Duyarlı insanlarımızı da uyuşturdular. İnsanlık kavga ve nefrete mahkûm oldu. Yozlaştık. Sırf hükümet işi de değil bu. İnsani olarak benliğimizi kaybettik. Yalnızlaştık. Her şeyi yanlış anladığımız gibi zenginleşmeyi de yanlış anladık. Özgür ruhumuz hırslarımızın altında ezildi, insanlığımız adeta ilkel bir çöplüğe dönüştü. Tabiat Ana’ya inanan toplumsal ruhumuz kendisini güce sattı, paraya tapındı. Nasıl bu noktaya geldik Suma? Cakarta bunları hak etti mi? Dünya bunları hak etti mi? İnsanlık bunları hak etti mi? Suma, ağlıyor musun sen?

-Öyle duygulandım ki arkadaşım; ama güçlü kalacağım. Daha dün ne Madam Musi diye birinden ne de bu dernekten haberim vardı. Ona rağmen içimdeki inancı hiç kaybetmemiştim. Şimdi güzel insanların yaptıklarını işittikten sonra içimde yeşeren umut ışığını bir çırpıda nasıl söndürebilirim?

-Doğru söylüyorsun Suma, başaracağız. Cakarta’nın bize ihtiyacı var sevgili dostum. Cakarta’yı yeniden barışın ve dostluğun; sanatın ve kardeşliğin başkenti yapacağız. Güzel günler göreceğiz, Suma.

-O zaman yaşasın Cakarta’nın umutlu insanları! Yaşasın Tabiat Ana’nın bize bahşettiği renkler! Yaşasın doğumun ve ölümün ortasında yeşeren kardeşliğimiz!

-Yaşasın benim koca yürekli dostum! (Gülüşürler) Çay?

-Ne duruyorsun Gine? Koy da içelim!

Genel kategorisine gönderildi | Rıdvan Şahin 3. Öykü Yarışması Birincisi için yorumlar kapalı

Rıdvan Şahin Ödülleri

Genel kategorisine gönderildi | Rıdvan Şahin Ödülleri için yorumlar kapalı

Mustafa Sütlaş’ın Rıdvan Şahin Hakkındaki Bianetteki Yazısı

rıdvan şahin’e açık mektup

sevgili rıdvan merhaba,

senin içindeki çocuğu az da olsa tanıdığımı sanıyorum! daha önce yazdığım gibi seninle hiç tanışmadık, hiç konuşmadık, hatta hiç yazışmadık bile. sevgili eşin özlem şahin, o yazım üzerine senin yazılarından oluşan “yoksullar mahallesinin doktorları” adlı kitabını bana da yolladı. orada okuduklarımdan, özellikle de kızın rüya için söylediklerinden ve satır aralarından fark ettim ve tanıdım o çocuğu, seni…

kitabın başındaki biyografine “mecburi hizmete başlarken aklında bir hekim olmak kadar, hatta belki daha da fazlasıyla bir öykü yazarı olmak vardı” cümlesini de içindeki o çocuğun yazdırdığını düşünüyorum. eğer yaşamını sürdürseydin, hekimliğin yanında belki de ondan çok daha fazla çok iyi bir öykü yazarı olacağını düşündüm kitap boyunca.

sağlık hizmeti ve aile hekimliği üzerine

geçen yıl adına düzenlenen öykü yarışmasının ikincisinin düzenlendiği şu günlerde okumayı bitirdim kitabını. senden haberdar olunca, daha önce tanışmadığımıza hayıflanmıştım, kitabını okuyunca bu duygum daha da büyüdü. keşke yaşasaydın ya da beni duyabilseydin de, seninle “sağlık hizmetini”, “aile hekimliği uzmanlığını” konuşup tartışsaydık uzun uzun.

doğrusu bilmiyorum nerede ve nasıl uzlaşabilirdik? öykü, edebiyat, yaşam üzerindeki düşüncelerimizin çakışacağından tamamıyla eminim, ama kitabının büyük bölümünde söz ettiğin “aile hekimliği uzmanlığı” unvanı konusunda sanırım epey tartışmamız gerekirdi.

seçtiğin ve kitabında sıkça temeli biyo-psiko-sosyal yaklaşımı olan bir tıp disiplini” diye tarif ettiğin bu uzmanlık dalının içini neyle ve nasıl doldurduğunu; bunun aile hekimliğinin kurumsallaştığı fransa, ingiltere gibi gelişmiş batılı ülkelerdeki “general practitioner”den farklı olup olmadığını, eğer farklıysa farklarının ne olduğunu; birinci basamak sağlık kurumlarında, özellikle de sahip çıktığını hissettiğim, şimdi artık ‘olmayan’ sağlık ocaklarındaki farklı olacak işlevini bana daha açık ve net anlatabilseydin keşke.

ben de sana, en son konuyla ilgili olarak hospital manager adlı derginin benimle yaptığı ve elektronik ortamda, derginin sitesinde değil de bir haber sitesinde de yer verilen söyleşide dediğim şeyleri sana anlatabilseydim, tartışabilseydik keşke.

senin de kitabında sıkça belirttiğin gibi “aile hekimliği” bir uzmanlık disiplini olarak değil ama bir “hizmet modeli” olarak sunuldu. ama senin kitapta söylediklerinin tersine ikisi aslında ve özünde aynıydı ve yapılan yalnızca bir “taktik” dolayısıyla da bu bir “politik manevra”ydı. amaç hekimliğin “toplumsal” yanını gözden kaçırmak ve hekimlerin örgütlenmesinin içinde bir “farklı grup oluşturarak” onların bir anlamda toplu duruşlarını bozmaktı.

akp’nin iktidar olmasıyla aile hekimlerini yanlarına alarak gerçekleşecek bu yavaş geçiş yerine “kurslarla yetiştirilecek” uzman olmayan aile hekimleri ve paranın dayatmasıyla bu modele “hızlı” geçiş yeğlendi. dolayısıyla başlangıçta planlanan bir “uzmanlık alanı olarak aile hekimliği”nin geliştirilmesi uygulaması tavsatıldı. o yüzden de bu noktada en büyük sıkıntı ve parçalanmayı senin gibi aile hekimliği uzmanları yaşadı.

bence sen tüm bunları görüyor, ama kitapta yer alan kimi yazılarından da anlaşıldığı üzere yeterince anlatamıyordun.

ticarileşmiş sağlık hizmet modeli

o söyleşimde dediğim gibi, “aile hekimliği ise ancak sağlığın sosyal belirleyicileri dediğimiz, ‘sağlıklılığı sağlayan unsurların’ tamam olduğu, bu konudaki sorunlarını büyük ölçüde çözmüş, kentli toplulukların sağlık hizmet modeli olabilir. dolayısıyla nüfusun büyük kesiminin sağlıkla ilgili gereksinim ve taleplerine yanıt verecek bir sistem değildir.”

bunun da bazı sınırları vardır üstelik: aile hekimliği modeli ve uzman aile hekimlerinin sosyoekonomik durumu orta-üst kesimlerin, bilinçli ve gönüllü olarak danışacakları, arada yardım talebinde bulunacakları, bir hekim tipine karşılık geldiğini düşünüyorum.

bu kesim toplumun ortalaması değildir. dolayısıyla hizmet vereceği hedef çok küçük bir kesim olduğu için aslında sorunun özünü oluşturmaz.

tüm bunları söylerken bile aslında birkaç açmazının olduğunun farkındayım. bunlardan ilki bu uzmanlık disiplininin eğitim süreciyle ilgili bildiğim, gözlemlediğim ve muhtemelen senin de kabul ettiğini sandığım önemli bir gerçekliktir.

senin de bildiğin gibi bu uzmanlık eğitimi, buna yönelik olarak özel düzenlenmiş ve eğiticisi de “aile hekimi olan” kurum ve yapılarda, buna özel tasarlanmış uygulama birimlerinde değil, farklı sürelerle gerçekleşen rotasyonlarla başka temel uzmanlık alanlarında yapılmaktadır.

başka bir deyişle, bir “aile hekimi”nin uzmanlık eğitiminin bir dahiliye, çocuk, kadın doğum vb. uzmanlık alanlarının asistanlarının yetiştirilme süreçlerinden farklı olması gerektiğini yine, konu üzerine herkesten çok kafa yoran sen, çok daha iyi bilirsin.

daha da acısı var, senin vurguladığın gibi: mevcut aile hekimleri bir uzmanlık eğitimiyle değil, asla onun yerine asla geçmeyecek bir dizi “kursla” yetiştiriliyor ve herkes “aile hekimi” olabiliyor. kısacası bir “absürd bir tiyatro” oyunundan öte değil yaşadıklarımız.

“aile” kavramı ve toplum mühendisliği

konuyla ilgili tartışmak istediğim ikinci önemli nokta, kitabında hiç değinmesen de aslında bu konuda da benzer düşüneceğimizi sandığım “aile” olgusu ve bu kavrama yapılan vurgudur, bu uzmanlık dalını “doğmadan ölen” bir tıp disiplini yapan.

çünkü ‘aile’ kavramsal olarak “sisteme içkin”, “onu var eden ve yücelten” dahası üzerinde enine boyuna tartışılması gereken olgulardan birisidir bu ülkede de dünyada da.

dahası bunu işi gereği “diyalektik”, “yansız/tarafsız” ve “dogmalar yerine bilimin doğruları” ile düşünme görevi olan tıp üzerinden “meşrulaştırmak” ve “kabul edilir kılmaya çalışmak” her şeyden önce “tıbba”, “tıp ve sağlık düşüncesine”, dahası “tıp etiğine” aykırı “ayrımcı” bir tutumdur bence.

iddia edildiğinin aksine toplumlar ailelerden değil insanlardan oluşur. aileyi bir toplumsal birlikteliklerden birisi olmaktan çıkarıp “çekirdek aile”ye dönüştüren de aslında kapitalizmdir. çünkü aile kapitalist tüketimin temel motorlarından birisidir ve bu tercih politik bir tercihtir.

diğer yandan bu tanım henüz aile olmayanlarla, yasalara ve geleneklere aykırı bulduğu birliktelikleri “aile” saymadığı için dışlar da. öyle olmadığı halde kategorik olarak “öyleymiş gibi davranan”, veya bunu reddettiğinde de o “insanları” yok sayan ya da içinden geldiği anne babasından oluşan aileye bağlı ve bağımlı kılmaya çalışan bir kültürde insanlara böyle bir mesleki disiplin dayatmasında bulunmak ne kadar kabul edilebilir sence?

sevgili kızını rüya’yı düşün ve onun tek yaşadığını, sevgilisiyle ve/veya arkadaşlarıyla birlikte bir “ortak evde” yaşadığını düşün biran. senin tanımına uygun nitelikleri de olsa, seçeceği bir hekimin kendisini bir “aile hekimi uzmanı” olarak adlandırmak ister miydi? ya da rüya böyle bir niteliğe sahip olmayan yalnıza adı nedeniyle “aile hekimi” sayılan bir insanın, şimdi olduğu gibi özel yaşamına dahil olmasını ister miydi?

bunun da daha çok ayrıntısına girmek istemiyorum. ama bu konuyu düşünmüş herkes gibi ben de kategorik olarak yukarıda söz ettiğim kapsam içine girsem de bir “aile hekimliği uzmanı” yerine bir “genel pratisyen”i yeğleyeceğimi ifade edeyim.

çünkü benim her şeyden önce onu kabul etmem ve sevmem gerekir; öyle değil mi!

aile hekimliği uzmanlarının görevleri

uzmanlığını da almış olsa bir aile hekimi her şeyden önce bütün diğer klinik uzmanlık dallarını uygulayanlar gibi asıl olarak “hastalar ve hastalıklar”la uğraşan bir tıp disiplini olmak ve buna göre mesleki uygulamasını programlamak zorundadır.

verili örneklerde uzmanlar da aile hekimliği modeli içinde hizmet veren “kurslu aile hekimleri” de bunu yapmaktadırlar. dolayısıyla hep söylediğim gibi tüm klinik disiplinler asıl olarak “hastalıklarla” uğraşırlar. oysa senin de benimsediğin sağlık kavramında samimiysek, hekimlik “sağlık”la uğraşır ve böyle olmak zorunda olmalıdır.

bu ikisinin arasındaki açıklığın artmasının ardında ise şimdi küreselleşerek, her şeyi paraya çeviren kapitalizmin olduğunu, sen o yazılarının yer aldığı kitaba koyduğun “yoksullar mahallesi” başlığında söylüyorsun.

evet tüm klinik tıp disiplinlerinin uygulayıcıları bugün, “sağlık” için uğraşan insanlar değil, amaçları ve istemleri dışında küreselleşmiş kapitalizmin daha çok kâr etmesini sağlayan “emekçileri” durumundadırlar.

hele hele kanıta dayalı tıp, yüksek teknoloji gibi modern tıbbın dayatılmış izleklerinin peşinde gittiklerinde bu yapılanların adı, insanı nesneleştiren bir tıbbı bir “medikalizasyon” projesine indirgenmiş olmaktadır.

bu tür çalışmalar ve harcanan emekten sağlığın çıkmayacağı kolaylıkla söylenebilir.

bütün bunları en az benim kadar iyi bildiğini sanıyorum. dahası belki olduğun yerden bunları görüyor, birilerine de şu ya da bu yolla anlatıyorsun.

tabi burada iki önemli konu daha var: ilki “sağlığın toplumsal bir olgu” olduğu ve ikincisi de bireyin, insanın sağlığının öznesinin kendisi olduğu, olacağı gerçeğidir.

eğer konuşabilseydik, tüm bunların üzerinde de uzlaşacağımızı düşünüyorum. o yüzden çok ayrıntısına girmek istemiyorum. yalnız şu kadarını söylemeliyim ki, kitabının gerçekten bir işlevinin olması ve her şeyin doğru anlaşılması için bunların da anlatılması gerekiyor.

sana o yüzden bu mektubu yazdım ve bunları anlatmak ve vurgulamak istedim.

artık aktif hekimlik yapmayan, ama tüm bunları hâlâ düşünen ve yazan birisi olarak, en azından senden etkilenip, senin yolundan gidenlerin durumlarını, yaptıklarını ve geleceklerini yeniden düşünmeleri ve tartışmaları için benim de bir katkım olsun.

çünkü hep dediğim gibi, “yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızdan da sorumluyuz”.

“çocukluktan çıkış”

sevgili rıdvan, arkadaşların bu yıl senin adına düzenledikleri yazı yarışmasının temasını “çocukluktan çıkış” olarak belirlemişler; çok da iyi yapmışlar, kutluyorum onları.

bu temanın hem çıkış halini, hem de çıkmama, çocuklukta kalma halini, o saflığı ve naifliği de kapsadığını düşünerek kitabını okurken bana da geçen “içindeki çocuk ve çocukluğun” herkesin hiçbir zaman yok etmemesi gereken en önemli özelliklerinden birisi olması gerektiğini söyleyerek bitirmek istiyorum.

o kitabı içindeki “duyarlılıkların hepsiyle birlikte” bence ancak bir “çocuk” yazabilirdi: hayat, ölüm ve çocuklar üzerine hissettiklerin ve yazdıkların bunun en önemli kanıtları. yanında olup gözlemlemedim ama “başka dünyalara giderken” de hep o halini sürdürdüğünü tahmin ediyorum. bu dünyada yaşarken güzel, iyi ve doğru şeyler yapmak için herkesin içinde taşıyıp besledikleri o çocuğun hep varolması gerektiğini söyleyerek sevgi ve özlemlerimi iletiyorum. eminim beni oralarda bir yerlerde görüyor duyuyorsundur.

hem tıbbın, hem de edebiyatın ve sanatın ismi bilinmeyen ama bu disiplinleri var eden isimsiz kahramanlarından birisi olarak seni bir kez daha sevgiyle anıyorum. seni en azından hep aklımda tutacağım. sen de olduğun yerden bizleri gözlemle ve uyarmayı sürdür, seni sevenlere ve sevdiklerinin yüreğine ulaşmanın yollarını bildiğinden eminim. (ms/hk)

Genel kategorisine gönderildi | Mustafa Sütlaş’ın Rıdvan Şahin Hakkındaki Bianetteki Yazısı için yorumlar kapalı

Vesile…

Aşağıdaki yazı aslında epeyce önce ulaşmıştı Rıdvan’a; Yasemin’den… 
Kısa bir süre için yayınlandı da blogda. Ama Rıdvan  fotoğraflarla metinlerin paralelliğini sağlayamamıştı ve düzeltip yeniden yayınlamak üzere geri almıştı. 
Bir yazısında da söz ediyor bu sorundan. Gecikerek belki ama yayınlamak istedik. (ÇK, NB)

Çok Sevgili Rıdvan,

Blogunu ilgiyle, heyecanla okuyorum. Ne güzel fikir… Hastalığı vesileye çevirdin.

Dayanamadim, ufak capta bir arkeoloji calismasindan sonra bir kac fotograf buldum, gondereyim dedim.

ITFTT yillari … Bir bulusma mekani … Orada su ya da bu bicimde bulunmus kisilerde su ya da bu bicimde ama ille de izler birakmis bir «mekan»… Derin baglarin oluşmasına vesile olmuş…

Uyuklamamak icin cay icme zamanlari (bende pek etkili olmamis).

Çapa’daki KocaMustafaPaşa’daki evler, cins cins ev sahipleri, akmayan sular, kesilen elektrikler, mikrobiyolojiye arastirma konusu olabilecek «hijyenik» ortamlar…

Bakalar korosu sayesinde aciga cikan bazi gizli yanlarimiz …

Bu Semih. Yasaminda onemli yeri olan biri. Bakalar korosu için bir kız açığı olduğundan Semih’ten kızlara katılması istenmisti. Ne tatlı değil mi!

Arka planda durmana ragmen kovboy sapkandan tahmin edilebilecegi gibi geziyi düzenleyenlerden biri sensin. Amaç eğlenmek, ama belki bir kac kurus para bırakır umudu var.

Sevinc …

Fakulte bahcesi.

Cagri’yla olan vazgecilmez dostlugunuz (kardeslik mi demeliyim).

Sibel’le Cagri’nin ask hikayelerinin baslangic donemleri. Sen oradasin.

“Sezuan’in iyi insani”!

 “Ateşli Sabır”dan hiç fotoğraf bulamadım. Önemli bir dönemdi. Gergindi ayni zamanda. Devralınan mirasin hakkini verme kaygısı vardi, öyle hatırlıyorum. Metni sen önermiştin.

Mezuniyet. Elinde 6 kg’luk “Zenith” marka rus yapimi fotograf makinasi. Ayagina dusmesin diye siki siki tutuyorun belli ki. Sermet’i asil ilgilendiren elindeki “Kinder Surprise” cikolata yumurta.

Cuppeler giyilmis ama babasinin terliklerini giymis cocuklar misali, bir henuz kendini hazir hissetmeme durumu var gibi…

Hatirladin mi ? Mezuniyet sonrasi mezunlardan haber dergisi. Seninle ilgili haberde soyle yaziyor :

« Yakin dogunun cicegi burnunda hekimi Rıdvan Bey gittiğinin 2. günü ayak bileğini burktu. Kemikte çatlak oldugunun saptanmasi üzerine kendini tedavi etmeye kalkan doktor civanim gangren tehlikesi atlattı. Zorunlu hizmet şaşkınlığını üzerinden atamayan Rıdvan Bey’den sağlıklı bilgiler alınamıyor. Herkesi ısrarla Maraş’a davet ediyor.

Adres : Tanir S.O., Tanir Koyu AFSIN/MARAS (KAHRAMAN) – Tel : 7780/1200 »

Ilk bebek !

Adı üstünde…

Bu kedinin adi “Ridvan”… Uzaklara bakarken…

Seni en iyi anlatan fotoğraflardan biri bence.

Bütün fotoğraflarda bir masumiyet var, temiz kalplilik, içtenlik. Bir de «duende» (bilmeyenler icin bkz Lorca). Şimdi de öyle…

Fotoğrafları kurcalayıp anıları tazelerken etrafindakileri nasıl da derinden etkilemiş olduğunun ve etkilemeye devam ettiğinin ayırdına daha başka bir türlü vardım.

Hissiyatımı şöyle özetleyeyim; şükran duyuyorum.

Yasemin Çelik Massas

Genel kategorisine gönderildi | Vesile… için yorumlar kapalı

Duende ne demek?

Rüya’nın yandaki fotoğrafını Jale Halası yeni çekti. Bloga aktarınca görüntü kalitesi biraz bozuldu ama olsun ne yapalım. Rüya bu fotoğrafa televizyondaki bir banka kartı reklamından etkilenerek ‘Hayat Maksimumda’ fotoğrafı diyor. Bu pozu yakalamak için sahilde dakikalarca zıpladı durdu. Aslında bu fotoğraf bu kredi kartı ruhundan çok ötelerde onun içindeki  bu günlerdeki  bambaşka birşeyi anlatıyor bence. O bunun pek farkında olmasa da. Onun içindeki ‘duende’ var bu fotoğrafta. Resmin detaylarında yüzündeki hislerde bunu anlamak daha da kolay. Bugünlerde yazlıkta anneannesinin yanında kalıyor Rüya. Orada çok sıkı bir arkadaş tayfası var. Sabah evden çıkıp, yemek aralarını saymazsanız gecenin 10’nunda eve dönüyor. Bir Bilfen çocuğu için bu kadar uzun oyun saati muhtemelen onun içindeki duende’yi açığa çıkarıyor. Her hafta sonu için arkadaşlarıyla yazlığın amfisinde sunmak üzere bir gösteri hazırlıyorlar.

Çocuklukta sanırım insan kendi duendesi ile çocukluğun verdiği naiflik sayesinde daha kolay buluşabiliyor. Yaşlandıkça sıradan hayatın aslında pek çoğu hayatın gerçek ruhundan oldukça uzak gaileleri, kredi kartlarının borçlarını ödeme yükümlülükleri bizleri biraz duendemizden uzaklaştırıyor.

Yahu nedir bu Duende diyeceksiniz belki bazılarınız. Benim gibi İTFTT da Fiesta adlı oyunda çalışmış eski dostlar anımsarlar bu sözcüğü. İspanyol Yazar Lorca’nın ortaya attığı bir kavram bu. Aslında tanımı da en az ve en zor yapılan şeylerden birisi. Kişiden kişiye tanım da değişebiliyor.

Örneğin Ferhan Özpetek onu insanın doğuştan getirdiği ve sonradan edinemeyeceği fazladan vitesi gibi tanımlıyor. Ona göre ancak bazı insanlarda olan birşey Duende.

Ben buna pek katılmıyorum. Ben duendeyi biraz hayatın gerçek nehrinin ruhuna yakınlaşma gibi görüyorum. Hayat aslında biz insanların hiçbir zaman yönetemeyeceği içinde umutlar, mutluluklar, hayal kırıkları, başarılar, utançlar, acılar ve en önemlisi ÖLÜM olan her saniye bize süpriz yapıp tüm planlarımızı altüst edebilecek son derece esrik bir nehir. Ben kendi ruhumuzun bu esrik hayat nehrinin ruhuna en yaklaşık yaşadığımız zamanların en duendesi bol zamanlar olduğuna inanırım. Aslında hiçbirimizin sürekli başaramayacağı hayatı dolu dolu yaşama da biraz buna denk geliyor.  Bence hepimizde az ya da çok duende var. Dönem dönem duendemiz artar veya azalır. Ne yazık ki modern yaşam ‘hayat maxiumumda’ felsefesiyle bizlerde sanki güçlü bir kredi kartıyla tüm hayatı yönetebileceğimiz hayatın patronu olabileceğimiz gibi bir yanılsama yaratıyor. Hayatı sanki ölümsüzmüşüz gibi yaşarız. Daha doğrusu sayılı günlerimiz hiç bitmeyecekmiş gibi bir sanal cesaretle hoyratça harcar dururuz. Aslında bizlere büyük bir hediye olarak sunulmuş sınırlı sayıda olan günümüzü hayatın nehrinin ruhuna yaklaştırmaya değil de bizde bu yanılsamayı yaratan gizli patronlara farkında olmadan hediye etmemize neden olur bu. Hayatın herşeyini yönetebileceğimize dair bu garip insanoğlu kibiri, modern hayatın köleliği duendemizi köreltir gider.

Oysa yaşam sonsuz değildir. Ölüm sanırım bize yaşamın tadını en iyi anlatan şey olsa gerek. İnternetten bulduğum şu alıntı hoşuma gitti açıkçası  Lorca diyor ki : Duende, ölüm olasılığını görmezse yaklaşmaz bize,ölümün evini dolaşacağına tam olarak inanmazsa bize yaklaşmaz.

Neyse biraz araştırın bakın bakalım, siz duende’yi nasıl tarif edeceksiniz. Kendi duendenizin durumu konusunda ne düşüneceksiniz?

Genel kategorisine gönderildi | 7 Yorum

Can Boğaz'dan Gelirmiş

Bu gün Sevgili dostum Hamza Zeytinoğlu sayesinde hayatıma bir de homeopati girdi. Ama Hamza bununla da yetinmedi sonrasında da güzel bir boğaz turu organize etti. Çağrı Nadi, Hamza ve ben çok güzel bir gün geçirdik. Teşekkürler Hamza …

Homeopatiyi bilmem ama, can Boğaz’dan gelir insana bu şehirde.

İstanbul gibi güzel bir şehir böyle bir boğaz var mı ya?

Genel kategorisine gönderildi | 3 Yorum

Murphy Go Home!!!

Murphy’nin o meşhur kuralını biliyorsunuzdur:

Bir şey ters gidiyorsa meraklanmayın zaten ters gidecektir.

Benim hastalığımda da neredeyse başından beri hep Murphy’nin bu altın kuralı işliyor. Neredeyse her durumda ortaya çıkabilecek seçeneklerin en kötüsü gerçekleşiyor. Şimdilik bu kuralı bozan tek şey doktorların hastalık (disease) dedikleri durumla benim kendimi hasta (illness) hissettiğim hal arasındaki fark.  Hastalığın bu halinde benim böyle olmamam lazım, bu herkesin kafasını karıştıran bir durum.

Neyse, 3 kür kemoterapi sonrası yapılan MR kontrollerinde ne yazık ki klasik kemoterapi çok da bir fayda sağlamamış gibi duruyor. Mecburen 2. alternatif silahı çekeceğiz. Yurtdışından gelen çalışma aşamasında bir ilacı deneyeceğiz 1 ay boyunca.

Umarım yeni gelişmeler bana şu Murphy’e bir el hareketi çakma şansı tanır. Yani bir tane de iyi haber olmaz mı bir işte.

Genel kategorisine gönderildi | 2 Yorum

Bir hıçkırıkta maymunluktan kurtulma

Bir hıçkırıkta maymunluktan kurtulma

Mahşer günü toplanılmış. Karar sırası bana geliyor. Hakkımda ilginç bir karara varılıyor: Dünyadaki iyi niyetim, yardım severliğim, dostlarımın sevgisi, duaları beni ‘cennetlik’ yapıyor ama şu ilk gençlik günlerimde  beri başıma dert olmuş pozitivizm ve darvinizm illetleri işi karıştırıyor. Sonunda şöyle bir orta yol bulunuyor: Evet cennete gidiyorum ama aynen yandaki gibi. Derken ‘hıççççk’ sonra bir ‘hıççççk’ daha…Gözümü açtığımda kan ter içinde kalmışım. Sahiden de sıkı bir kabus gördüğüm belli. Sonra aklım başıma geliyor. Dur ya Rıdvan diyorum. Daha buralardasın. Bak işte kemoterapi hıçkırıkları başladı bile. Gece suyu az içtin, atamadın cispaltini bak daha ilk geceden başlattı hıçkırıkları. Ama iyi de oldu. Bak bir hıçkırıkla maymunluktan kurtuldun. Evet dün 3. kemoterapi kürü de başladı. Steroidleri alınca yine ‘yükseldim’, esrikleştim, sevdiğim geyik muhabbeti havasına yaklaştım biraz. Seviyorum bu steroid etkisini. İnsan kanserle mücadele ederken inanç da oldukça önem kazanan bir şey haline dönüşüyor. İnsan kendini yeni ufuklara açmak yeni enerjiler de bulmak istiyor. O zaman aslında 45 yaşında birsinin ne kadar muhafazakar olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Öyle kolay değil kendini hemen yeni inançlara, kanallara açmak. Ama çabalamıyor da değilim. Sağolsun Zeliha daha ilk  kemoterapiyi alacağımın hemen birgün öncesinde aramıştı. Meğer İzmir’den ünlü bir Reiki Gurusu geliyormuş. Hem de Ataşehir’e. Sağolsun bana randevu almış. Kıramadım Zeliş’i . Gittim. Nolur nolmaz dedim. O kadar meşhur adam açtırıyor şakrasını bizimki de açılsın. Belki birşey olur. Vardır içimizde sıkışmış bir gaz, kendine bir yol bulur akar enerji olur. Saat 19:00 da başlayıp  23:00 te biten toplantıda kadıncağız nefes almadan Japonya tarihinden girip Reiki’nin ilk doğuşundan dünyaya yayılışına, şakraların yerlerine, bağlantılarına vs. kadar ne varsa anlattı. Meğer 2 seansmış eğitim. Şakralar ertesi gün açılacakmış. Diyemedim benim için çok geç. Yarın benim şakrayı cispalin açacak o zaman. Neyse ilk alternatif inanç arayışım böyle sonuçlandı. Öğrencilikten kalan ‘entel’ işi bir durum oldu. Teori çok iyi kaptık ama pratikte bize faydası olmadı. Ama çabalarım devam ediyor. Şimdi başka bir arkadaştan bir teklif daha aldım. Nişantaşı’nda bir sağaltıcıya götürecekmiş beni. Bir tür Nişantaşı Şamanı olsa gerek. Eeee, biz de Nişantaşı Çocuğuyuz gideriz. Ne kaybederiz ki… Ama bu İzmir’in suyunu içmemek lazım. Hep İzmir’den gelenlerden çıkıyor böyle alternatif işler. Ama bilimsel yoldan da çıkmış değilim. Klasik kemoterapimize aslanlar gibi devam ediyoruz. Önümüzdeki ay belki 1 aylığına yurtdışından gelmiş olan fazI-II çalışmada olan FDA’in pankreas CA için orphan ilaç kapsamına aldığı bir nano teknoloji gen tedavisini de 1 ay boyunca deneyeceğim. Bunu yapan ilk Türk ben olacağım sanırım. Tabi dualar da var. En son Nadi bile Noel Baba tapınağından dua göndermiş. Velhasıl benim kanser tedavisi tam anlamıyla post-modern bir hal almış durumda. Umarım işin sonunda kanseri atlatıp da yukarıdaki resimdeki gibi halde kalmam. Bu kadar çok yönlü olunca mücadele işler karışacak diye de korkmuyor değilim hani. Velhasıl steroid beni eğlendiriyor. Ben de size latifeli bir şeyler yazayım dedim. Yarın dan itibaren Cispalatin birkaç gün devirir beni aşağı yazamam pek birşey.

 

Genel kategorisine gönderildi | 7 Yorum

Teknik Sorun

Blog teknik olarak pek alışık olmadığım bir şey. Çoğu zaman teknik sorunlarla da karşılaşıyorum. Son günlerde bir sorundan dolayı fotoğraflı yazıları yükeyemiyorum. Bu konuda bana teknik destek veren Sevgili Arda bu hafta yurt dışında. Onun için bu sorunu şimdilik çözemeyeceğim sanırım. Resim olmayınca insan yazı yazmada da hevessiz oluyor. Aslında günler çok dolu geçiyor. Geçtiğimiz Çarşamba Çağrı’larda Nadi’yle birlikte kaküleli türlü, safranlı pilav  ve eski defterler günü yaptık. Çok güzel bir akşamdı. Bu arada bir de Capon’la kaçamak Bodrum yaptık. Bu yıl da Gölköy’ün denizinde serinlemek kısmet oldu. Bu arada Fransa’dan Yasemin fotoğraflarla süslenmiş güzel bir yazı gönderdi. Ama teknik nedenlerle bir türlü yayına koyamadım. Arda gelince olacak umarım. Sevgili Serap da kendisine yıllar önce hediye ettiğim bir öyküyü yeniden elektronik ortama geçirip göndetmiş. Onu da yayına koydum. Blog sizlerin de desteğiyle her geçen gün daha eğlenceli bir yer olacak umarım.

Genel kategorisine gönderildi | Teknik Sorun için yorumlar kapalı

Eski Dostların Arasında…

Dün akşamüstü uzun süredir planladığımız bir buluşmayı yaptık. Eskişehir Anadolu Lisesinden yatakhaneden başlayıp İstanbul’da devam dostlar Semih Şahin, Soner Kızılkaya, Cüneyt Yalaz buluştuk. Buluşmanın tabi benim için süpriz ismi yatakhanedeki ‘ortağım’ Ferhat Tüfekçi’nin de taa Zonguldak’tan kalkıp gelmesiydi. Saatlerce eski günleri, yatakhane anılarını konuştuk. Gülmekten kırıldık. O dönemin Anadolu Liselerinin değişik bir havası ve kültürü vardı. Hala orta sınıf ailelerinin kafası çalışan çocuklarının okuma şansı yakaladıkları sahiden kaliteli okullardı buralar. Aslında dün akşamki sohbetten sonra birkez daha o günleri de bir şekilde kayıt altına almanın çok işe yarayacağını düşündüm. O yüzden bloga ‘EAL’den Hayata’ diye de bir sayfa ekleyeceğim. Bakalım birşeyler birikirse belki sonradan birilerinin işine yarar. Eski dostların arasında olmak çok güzeldi.

Genel kategorisine gönderildi | 2 Yorum